top of page
  • Writer's pictureSiyasal İktisat

Neil Faulkner ile Söyleşi - Iker Laiseka Uria (Çev. Utku Özmakas)

Sevgili Neil Faulkner, RAMPAS arkeoloji dergisi için yaptığımız bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bugün burada olmanız ve ilginç bulduğum bazı konular üzerine sizinle konuşabilmek gerçekten büyük bir keyif. Kanımca bir tarihçi olarak sizinle söyleşi yaparken değinmemiz gereken en önemli yanınız siyasi bir aktivist olarak rolünüz; zira bildiğim kadarıyla bu akademik dünyada pek de alışılageldik bir durum değil.


Pek değil.



Tabii Thompson gibi siyasi aktivist başka tarihçileri de biliyoruz… Sizinle hakikaten bu konuyu konuşmak istiyorum. Geldiğiniz için tekrardan teşekkürler; artık sorulara geçelim. RAMPAS’ın ağırlıklı olarak tarihyazımı ve özellikle de arkeoloji teorisine odaklandığı düşünülünce şu soruyla başlamak istiyorum: Teorik konumların sosyal bilimlerin gelişiminde nasıl bir rol oynaması gerektiğini düşünüyorsunuz? Anlama meselesini kendimce çok önemli buluyorum, meslektaşlarımın da böyle düşündüğünü biliyorum. Sanıyorum ki, önceden felsefe ve tarihyazımı eğitimi almadan doğrudan tarih yazmaya sıçramak mümkün değil. Bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum.


Sanırım ikisine de ihtiyacınız olduğunu söyleyebilirim. Şayet sadece ampirik unsurlardan hareket ediyor ve bulgular arasındaki bağları kopartıyorsanız, çok da faydalı bir şey yapmıyorsunuz demektir; çünkü bulgular kendi başlarına toplumların geçmişte nasıl işlediğini açıklayamaz. Öte yandan sadece teoriden hareket ediyorsanız, o zaman da bulgulara, kanıtlara dayanmayan teoriler üstüne teoriler inşa etmeye kalkışmanız mümkün… Bu türden teoriler esasen geçmişi açıklamaz; çünkü tam manasıyla teorik sözleşmelerden ibarettirler. Teori ile pratik arasında zorunlu bir ilişki vardır. Marksizm’in temel içgörüsüdür bu. Teori ile pratik birbiriyle ilişkilidir ve bu -tıpkı başka alanlarda olduğu gibi- arkeoloji için de geçerlidir. Zaman zaman “politik bir ideolojinin etkisi altındaysanız, söylediklerinize nasıl güvenebiliriz ki?” diyen meslektaşlarımla tartışırken buluyorum kendimi. Onlara Marksizm’in politik bir ideoloji olmadığını, dünyayı anlamlandırmaya çalışmak için bir yöntem olduğunu, farkında olmasanız ve bir yönteminiz olduğunu kabul etmeseniz bile aslında dünyayı anlamlandırmaya çalışırken bir yöntemi kullandığınızı söylemek zorunda kalıyorum. İnsanlar bulguları yorumlamaya çalışırken (ki bütün arkeologlar bunu yapmakla yükümlüdür), farkında olsalar da olmasalar da bir tür teorik çerçeveden faydalanmak zorundadır. Çoğunlukla da bunun farkında değildirler. Geçmişte ekonominin nasıl işlediğine dair siyasal iktisat tartışmalarına sık sık dahil oluyorum. Oralarda bilhassa teori çalışmayan, teoriye başvurmamanın normal olduğunu düşünen, temelde bulgulara bakan arkeologlarla sık sık karşılaşıyorum ve bu araştırmacılar ticaret, mübadele, alışveriş, pazar gibi terimleri rahatlıkla kullanıyorlar. Neoklasik bir iktisat kitabını açıp içinden çekip aldıkları bu terimleri, anlamı üstüne zerre kafa yormadan Roma dünyasına, prehistorik dünyaya uygulamaya kalkışıyorlar. Gelgelelim bunlar modern kapitalizm bünyesinde ortaya çıkmış, ideolojik açıdan yüklü terimlerdir. Bunları bin ya da beş bin yıl önce bir şeylerin nasıl işlediğini açıklamak üzere kullanabileceklerini düşünüyorlar. Yani bir teoriye başvuruyorlar ama yanlış bir teoriye… Üstelik de bunu çok kötü bir şekilde yapıyorlar; çünkü teorik açıdan doğru düzgün bir bilgiye sahip değiller. Bir arkeoloğun çalışmalarında teori ile pratik ayrı kefelerde duramaz.



Sizinle aynı fikirdeyim; okuduğum pek çok Marksist metinde teori ile pratiğin önemine vurgu yapılıyor. Aslında kariyerim boyunca pek çok farklı düşünce ekolüyle karşılaştım ve bunlardan bazılarının (şaşırtıcı bir biçimde) teoriyi kapı dışarı ettiğini fark ettim. Bu yaklaşımlar teoriye ihtiyaç duymadıklarını, çünkü teorinin kişisel bakış açısıyla ilgili bir şey olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla bulguları kaidenin üstüne koyup bir tür ampirist haçlı seferine çıkıyorlar. Bunlar bir de bilim insanı olmak istediğini söylüyor; ama teori olmadan bilim insanı olamazsınız. Bilim insanları verileri toplar, analiz eder, sonra da ortaya teoriye dayanan bir hipotez atar! Yani aslında bir teoriye başvurduklarının farkında bile değiller. Bu kişiler, (akademik olsun ya da olmasın) sistemle derdi olmayan anaakım öğretileri ve düşünce ekollerinden faydalanıyor. Önceden benimsenmiş fikirleri (daha ileri düzeyde bir analiz bile yapmadan) makaleye boca ediyor ve sonra da makaleyi nihayetlendiriyorlar.


Bu yüzden ikinci sorum teoriyle ilgili. Marksist bir arkeolog/tarihçi olarak akademik hayatınız ve kariyeriniz boyunca konumunuzla ilgili herhangi bir sorun yaşadınız mı?


Sanırım farkında olduğum bir şey, bazen biraz tepeden bakmaya yönelik bir temayülün var olduğu. Hiç şüphe yok ki, bu eğilim alana yaptığım katkıları marjinalleştirdi ya da marjinalleştirmeye çalışanların ekmeğine yağ sürdü. Muhtemelen bunun altında, Marksist olmamın bir şekilde anaakım tartışmalara yaptığım katkıları gayrimeşru kıldığı varsayımı yatıyordu. Bunun Marksistler için Neoliberal dönemde çok daha büyük bir sorun haline geldiğini yadsıyamayacağımızı düşünüyorum. Bir zamanlar insanlar teoriden, sosyal teoriden, büyük anlatılardan (gözlemlenebilen örüntülerden) tamamen vazgeçmeye kalktı. 1960’lar ile ‘70’lerdeki pek çok büyük düşünürün geleneğine mesafe alındı. Marx’ın düşüncesi çok güçlüyken, onu marjinalleştiremezsiniz. Oysaki Marx’ın akademide marjinalleştirilmesi çok ironikti; zira ortaya çıkan krizin büyüklüğü nedeniyle akademi dışındaki dünyada Marx çoktan geri dönmüştü. Gerçek dünyada hakiki bir patlama yaşandı; çünkü insanlar krizin ve bu krizin ne denli içine battığımızın farkındaydı.



Söz konusu krizin insanların bilinç düzeyini artırdığına eminim. Annemle babam üniversitede okurken Marksizm akademide kesinlikle çok daha güçlü bir konuma sahipti. Ne var ki bugünlerde Marksist yöneliminizi gizlemek zorundasınız; çünkü bunu yapmazsanız belli dergilerin, sempozyumların... vb.’nin kapısından içeri girmeniz mümkün değil. Akademinin çok büyük bir kesimi hâlâ Marksizm’i reddetmeye devam ediyor. En azından benim hissim bu yönde.


Haklısınız.



Üçüncü sorum kitaplarınızla ilgili. Marksist Dünya Tarihi’nin ikinci edisyonunda bazı değişiklikler yaptınız; bunlar arasında kitabın adı da var. Ama yeni konulara da yer veriyorsunuz değil mi? Bazen düşüncenizi Marksist bir çerçeve içerisinde sunarken bunu fark ettirmeden yapıyorsunuz. Kitabın adının değişmesinin ardında yatan sebep bu muydu? Zira kitabın Marx ve Marksizm ile ilişkilendirilmesi daha kolay olan eski adı değişti ve Dünyanın Radikal Tarihi oldu.


Bu kararı alan ben değilim, yayıncı. Başlığı değiştirmesinin nedeni şuydu: Kapakta Marx adı yer almazsa daha çok satacağını düşünüyordu. Bence yanılmış olabilir; çünkü daha önce de ifade ettiğim üzere Marx geri dönüyor. Pek çok insan, aktivist bir izlerkitle, Marksist bir yorum arıyor. Elbette kitap hâlâ Marksist bir dünya tarihi. Ama bazı değişiklikler yaptım. Mesela İspanyolca baskı için İspanyolca konuşulan ülkelerle ilgili bazı kısımlar ekledim. Bunları daha sonra İngilizcedeki ikinci edisyona da ekledik; ancak böyle yapınca bazı boşluklar oluştu ve bunları da doldurmak gerekti. En önemli değişiklik ise kitabın şu an içinde bulunduğumuz krizle ilgili kısmının yeniden ele alınması oldu. Neoliberal karşı devrim olarak adlandırdığım noktaya kadar kapitalizmin gelişiminin çok detaylı bir analizi zaten vardı. Aslında tarihteki en büyük krizin ne menem bir şey olduğuna çok daha detaylı şekilde bakmak istedim. Marksist Dünya Tarihi, bütün bir insanlık tarihinin ilerleyişini ve bu ilerleyişin sonuna doğru insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük -bildiğimiz manasıyla uygarlığın çöküşüne yol açabilecek- krizle nasıl yüzleştiğini anlatıyor. İkinci edisyonda söz konusu kriz mefhumuna ve tarihin sonu kavramına odaklanıyorum (ilk baskıda bu meseleyi o kadar açık şekilde ele alamamıştım). Artık bu krizin son kriz, hikâyenin sonu ve muhtemelen bir silahlanma çağrısı olduğundan epey eminim.



Kitabı adının değişmesinin aksi yönde bir etki yarattığını düşünüyorum. İnsan, kütüphaneye gittiğinde Marx’tan söz eden bir kitap görünce hemen dikkatini çekiyor. Marx’ın adı geçmediğinde ise neye bakacağınızı bilmek için her yazarı tanımanız gerekir.


Peki, Marksist bir bakış açısına dayanarak arkeolojik bağlamları nasıl açıklamamız gerektiğini düşünüyorsunuz? Aynı yöntemi kullanarak tarihsel süreçlere nasıl yaklaşmamız gerekir?


Ben olsam meseleyi biraz daha farklı ifade ederdim. Belli bir mekân, kültür ya da dönemi karar alıp Marksist bir bakış açısından yorumlamak üzere yola çıktıysanız, yolu sondan başa doğru kat etmeye kalkıştığınızı söyleyebilirim. Bana kalırsa kendinizi insan toplumlarının nasıl işlediğine dair Marksist bir kavrayışla donatmanız ve o döneme dair kapasitesini en üst düzeye çıkarmak için Marksizm’i bir yorumlama yöntemi olarak içselleştirmeniz gerekir. Şayet bunu içselleştirirseniz, baştan karar alıp Marksist şekilde yorumlayacağım demenize gerek kalmaz. Demir devrimi ve onun ne denli dönüştürücü bir süreç olduğu dışarıdan kavranabilir, böyle bir şey içeriden yakalanamaz. Egemen sınıfın yaptığı astronomik ve devasa harcamaları, sıkı denetimlerini fark ettiğinizde... Bu uygarlıkların kazançlarının tapınaklarda, piramitlerde, anıtlarda, vb.’lerinde kullanıldığını anlarsınız. Örneğin Mısır’da demirin üretiminin gelişmemesinin sebebi budur. Bu Marksist bir yorum; ama bu süreci Marksist konumumum bilinciyle yorumlamadım, kendiliğinden böyle yorumladım. Genç araştırmacılara şunu söylemek isterim: Dünyanın nasıl işlediğini anlamak için Marksist yaklaşımı öyle bir kavrayın ki, sıra bir dizi veriyi yorumlamaya geldiğinde sizin için neredeyse ikinci bir doğa haline gelsin.



Evet Neil, beşinci sorum şöyle: Arkeoloji sahasında nesnelliği savunan ama aslında kadim klişeleri pekiştirerek geçmişe dair çok zayıf bir analizi teşvik eden anaakım düşünce ekolüne dair ne düşünüyorsunuz? Bu, Yeni Arkeoloji ve onun mirasçıları olabilir mi?


Kanımca nesnellik ile öznellik meselesinde korkunç bir kafa kırışıklığı var. Bu sahte bir dikotomidir. Bir yana (veri toplamak ve ardından bilimsel açıklamalar yapmakla ilgili) nesnelliği ve diğer tarafa da verileri uygulamaya çalıştığınız siyasi bir ideolojiden türetilmiş bir fikirler bütünü geliştirdiğiniz bir öznelliği koyamazsınız. Gerçek bilimde böylesi bir dikotomi yoktur. İkisine de ihtiyacınız var ve bütün büyük bilimsel çalışmalarda ciddi oranda teori vardır. Mesela insan psikolojisinin nasıl çalıştığını anlamak istiyorsanız, veri toplamak için dışarı çıkar, vaka çalışmaları yaparsınız. Psikanalizin yaptığı da buydu. Sonra gidip fikirleri ve karmaşık verileri açıklarsınız; bu verileri işlemek için kavramsal ve teorik bir çerçeve geliştirirsiniz. Psikoloji bilimi tam da budur. İnsan bilimlerinde, tarihte, arkeolojide de aynı şekilde bilim budur. İster maddi kültürün ister yazılı metinlerin parçası olsun, veri denen şey sadece kanıttan ibarettir; ne var ki veri size toplumların nasıl işlediğini söylemez, bu hiç şüphesiz ki teori yoluyla (çoğu zaman da bilinçsiz bir şekilde) elde edilir. Teoriyi doğru düzgün şekilde ele alamayanlar yolunu kaybeder; sosyal teori üzerine kafa yorma zahmetine girmeyenler verileri yanlış yorumlar. Toplulukların gerçekte nasıl işlediğine dair bir kavrayıştan mahrumdurlar. Dolayısıyla sadece verilerin tahrif edilişine şahit olursunuz; çünkü meseleye bu şekilde yaklaşanlar, insan toplumlarının işleme biçimine dair bildiklerimizle karşılaştırıldığında verilere akla yatkın olmayan bir yorum dayatır. Nesnellik ile öznellik arasında böylesi bir dikotomi olduğu fikrini reddediyorum. Bütün bilimsel çalışmalar teori ile pratik birliği; teori ile pratik arasında bir etkileşim, diyalektik bir etkileşim içerir. Meseleye böyle yaklaşmazsanız bir tür pul koleksiyoncusu gibi sadece veri toplarsınız. Eğer üstüne konuşmuyorsanız veriniz ilgimi çekmez ve bunu yapmaktan sakınıyorsanız faydalı bir şey de yapmıyorsunuz demektir.



Gerçekten de öyle. Akademideki kimi insanlar hâlâ bu yapay dikotomiye sığınıyorlar ki, bence bu saçmalıktan ibaret. Ders aldığım profesörlerden biri bana, tarihleme ve diğer bilimsel yöntemleri uygulayan uzmanların bazen verilere öznel yorumlar ekleme eğiliminde olduğunu söylemişti; hatta veriler arkeologların eline geçmeden önce! Elbette bunun nedeni verileri kullanırken nesnelliğe duyduğu inançtı. Kariyerleri boyunca öğrendikleri oldukça sorunlu bir kalıbı, farkında olmadan temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar. Bana kalırsa anaakım ekoller çoğu zaman her türden nesnellikten kaçınan bu analistler üstünde ironik bir biçimde iz bırakıyor.


Altıncı sorum şöyle: Kimi meslektaşlarımız sosyal aktivizmin sermaye açısından önemi üzerine kalem oynattılar. Size göre arkeolojik ya da tarihsel araştırma yaparken sosyal aktivizm ne kadar önemli? Marksizm’i, bariz toplumsal sonuçlarını görmezden gelerek sadece tarihsel süreçleri açıklamak için kullanmanın bir manası var mı?


Sorunuzu ikiye ayırarak yanıtlayabilirim. Arkeoloji ile toplumsal aktivizm arasında hem teorik hem de pratik anlamda bir ilişki vardır. Pratik anlamda arkeolojinin herkese ait olduğunu düşünüyorum; tarihimize kolektif bir varlık muamelesi etmek zorundayız. O halde bu ilkeleri elimizden geldiğince kuvveden fiile geçirebilmek adına yerleşik arkeoloji yapma biçimimizi yıkmamız gerekiyor. İngiltere, Norfolk’taki Sedgeford’da yirmi beş yıl boyunca, adını demokratik arkeoloji koyduğum ve aslında ilgilenen herkesin kazıya katılmasına müsaade etmekten ibaret olan bir pratiği hayata geçirmeye çalıştım. Genel itibariyle projelerimi dış finansman olmadan yürüttüm. Bunun nedenlerinden biri de, arkeolojiyle hobi olarak ilgilenmek isteyen çok sayıda insanın varlığıydı. Bunun bir tür toplumsal aktivizm olduğunu söyleyebiliriz; zira emeğin yabancılaşmadığı, sermaye için olmadığı, gönüllü şekilde birlikte çalışmaya karar vermiş insanların katkı koyduğu bir toplumu ancak böylesi bir mikrokozmos içerisinde örneklendirebilirsiniz. İnsanlar bu mikrokozmos içinde birlikte çalışarak kendilerini geliştirebilecekti. Bu kadar çok insanın araştırmalarımızda gönüllü çalışmasının nedeni, çoğu insanın kapitalizmin dayattığı fiili koşullar altındaki boktan yaşam tarzlarından ve berbat işlerinden sıtkının sıyırılması. Böylelikle arkeoloji çerçevesinde dünyanın nasıl daha iyi bir yer olabileceğine dair bir örnek yarattık elbirliğiyle. Şayet (tarihsel açıdan edilgin olmak yerine) toplumsal açıdan etkin, tarihsel bir aktörseniz, insan toplumlarının nasıl işlediğini çok daha iyi kavrayabilirsiniz. Sınıf mücadelesi, sendika, işsizlik ve bunların etkileriyle ilgili somut deneyimlerim tam da bunu gösteriyor. Mesela solcuların düzenlediği bir protestoya katıldıysanız, işçi sınıfının grev alanlarına gittiyseniz, kendi kendilerini örgütleyen ezilen insanlarla yan yana durduysanız, ırkçı katil polisler karşısında polis şiddetini deneyimlediyseniz... Eğer bu konuda somut bir deneyiminiz varsa sokaklarda emekçilerle polis arasında yaşanan çatışmaya dair tarihsel anlatılara gönül indirmez ve polisin suçlamalarına maruz kalan insanlarla duygudaşlık kurmaktan başka bir şey yapamazsınız. O polislerin kafalarının en gerici saçmalıklarla dolu olmadığına bir an bile inanmazsınız. Artık emekçi insanlar tabandan örgütlenmeye ve mücadele etmeye başladığında neler olduğunda dair deneyiminiz vardır; bu insanlar egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden devletle karşı karşıya geliyorlar ve egemen sınıfın elinde paramiliter şekilde örgütlenmiş, işleri aşağıdan gelen direnişi püskürtmek olan, kafaları gerici saçmalıklarla doldurulmuş silahlı erkek ve kadınlar var. Bunu biliyorsunuz çünkü toplumsal bir aktivistsiniz; bu nedenle de geçmişte olup bitenleri çok daha gerçekçi şekilde yorumlayabilirsiniz. Kimi Mısır uzmanlarının, piramitleri gönüllülerin inşa ettiğini söylediklerini okudum. Zerre kadar toplumsal deneyimi olan biri, sıradan Mısırlı köylülerin, otokratik bir hükümdarın yüceltilmesi için dikilmiş bu devasa, manasız ve savurgan anıtları inşa etmek için emeğini, zamanını ve parasını harcamaya asla gönüllü olmayacağını bilir. Böyle bir şeyi ancak toplumsal deneyimler sayesinde bilebilirsiniz; çünkü toplumsal dünyada bir aktivistsinizdir. Toplumsal bağlılığımızı arkeoloji yapma biçimimize de aksettirmemiz gerektiğini düşünüyorum; aynı şekilde, toplumların geçmişte nasıl işlediğini daha iyi anlamak için de toplumsal aktivizm deneyiminden faydalanmalıyız.



Piramitlerin inşa süreciyle ilgili yorumunuza katılıyorum; çünkü kısa süre önce (piramitlerin bulunduğu) Karal’da devlet ile medeniyetin kökeni üzerine bir BBC belgeseli izledim. Belgeselde süreç şöyle açıklanıyordu: Her şey uyum içerisinde, barışçıl bir ortak çalışma ile başlamıştı; sonra da ticaret, alışveriş ve egemen sınıfın olaysız yükselişiyle devam etmişti… Kanımca bu düpedüz saçmalıktan ibaret.


Piramitlerin inşa sürecine ilişkin diğer açıklamaysa dışa dönük bir savaşa dayanıyor, dolayısıyla egemen sınıfın kendi yurttaşlarına yönelik şiddeti göz ardı ediliyor. Az önce söylediklerinize katılmakla birlikte, sadece bu iki seçeneği sunup diğerlerinden söz etmemek, bu varsayımların güvenilirliği hususundaki şüphelerimin artmasına neden oluyor.


Yedinci soru: Radikal Bir Tarih ve Marksist Dünya Tarihi, aşırı yoğun metinler değil, bu da onları okumayı kolaylaştırıyor. Tabii bana kalırsa yarattıkları temel ilgi esasen Marksist yaklaşımlarından ileri geliyor. Bizim dergi olarak alanımızın prehistorya olduğu açık; sizce prehistorya bu çalışmalarda ne kadar önem taşıyor? Ayrıca yukarıda andığım perspektiften bakınca prehistoryayı nasıl ele alıyorsunuz? Devam etmeden bir şey daha eklemek istiyorum: Kitabın fazla yoğun olmadığını söyledim; çünkü iki kitabın da bir şekilde konuya aşina olmayanlar için bile kolay okunabilir metinler olduğunu düşünüyorum. Mesela DNA’dan bahsettiğinizde önemini ve gerçekte nasıl çalıştığını anlatıyorsunuz; bu da okuyucuya çok yardımcı oluyor. Böylelikle okuyucu akademik çalışmalara aşina olmasa bile konu üstüne fikir yürütebiliyor.


Prehistorya üzerine düşündüğümde başlangıç noktamın hâlâ Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı olduğunu söyleyebilirim. Zira bu kitap çok sınırlı bir veri setiyle çalışmasına rağmen bazı temel gerçekleri açıkça dile getiriyor. Özel mülkiyet ile sınıfsal ayrımı getirdiğiniz anda devlet gerekli hale gelir; bu kitabın anlattığı temel bir gerçektir bu. Prehistorik dönemler boyunca toplumların nasıl değiştiğini inceleyebiliriz;  mesela, avcı toplayıcılık inanılmaz sefil bir yaşam sürmeyi gerektiriyordu, ancak bunu idealize etmemek gerekir. Zira bu süreç aynı zamanda geçim araçları düzeyinde görece toplumsal eşitliğin olduğu da bir süreçti. Prehistorya boyunca devletin, devlet mülkiyeti sistemlerinin, şiddetin inşa edildiğine tanık oluruz. Bu son derece önemli bir hikâyedir; çünkü eşitsizliğin insanlık durumunun doğal bir parçası olduğunu savunan pek çok insan var. Oysaki arkeoloji ile antropoloji bize durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Şayet eşitsizlik, adaletsizlik vb.’leri tarihsel birer inşadan ibaret ise o zaman daha endüstriyel bir toplum temelinde başka bir toplumsal örgütlenme mümkün demektir.



Prehistoryanın rolünün tam da tüm bu eşitsizliklerin nasıl ortaya çıktığını göstermek olması gerektiğine şüphem yok (elbette ortada hiçbir metin olmadığından çalışma sürecindeki bütün sorunları da hesaba katıyorum). Söyledikleriniz şüphesiz doğru, paleolitik dönemin yaşam biçimini idealize etmemek gerekir; sayısız prehistorik özellik ve geleneği XX. yüzyıla taşımaya kalkıp sonra da dönemin geçim yöntemlerinin daha iyi olduğunu iddia edenler var. Bu insanların anlamadıkları husus muhtemelen şu: Gündelik hayatımıza nakletmemiz gereken geçmişin teknolojisi değil, toplumsal pratikler ve örgütlenme biçimleridir. Özel mülkiyet, iktidar, devlet, refahın bölüşümüyle ilgili kavrayışlar… Neoliberal makinenin bunlara, paleolitik diyetler ya da benzeri girişimlere olduğu kadar şefkatli davranmayacağını söylemeye gerek bile yok.


Öyleyse sekizinci soruya geçelim: Son zamanlarda öğrenciler, akademisyenler vd.’leri arasında teorik pozisyonlara ve tarih yazımına karşı genel bir ilgisizlik görüyoruz. Bu tutum hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce neden böyle oluyor? Felsefeyi kapı dışarı eden bu nesnellik, aslında elitlerce teşvik ediliyor olabilir mi?


Bence bu değişimin kökleri neoliberalizme dayanıyor; çünkü 70’lerin sonu ile 80’lerin başında sermaye ile egemen sınıfın işçi sınıfına karşı küresel düzeyde bir saldırı başlatmasına şahit olduk. Gelişmiş dünyada ortaya çıkan karma ekonomi, refah tipi kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve küresel güneyin bazı bölgelerindeki ulusal kalkınma programlarını paramparça etmeye koyuldu. Bu modellerin yıkıldığını, devletin proaktif bir ekonomik güç olmaktan geri çekilmeye başladığını ve söz konusu boşluğun kurumsal özel sermaye tarafından doldurulduğunu görüyorsunuz. Kırk yıldır katman katman açılarak sahneyi ele geçiren bir rekabet ideolojisi, bir bireyselcilik… Bu da toplumun mensuplarının ayrı bireyler olarak atomize edilmesi manasına geliyor; bu bakışa göre her koyun kendi bacağından asılıyor. Atomizasyon demek, geleceğimizi ve toplumun gelecekteki örgütlenmesini tasarlamak üzere birlikte örgütlenemeyecek ve kolektif kararlar alamayacak olmamız demektir. Postmodernizm ya da post-süreçselcilik [postprocesualizm], tarihsel süreç içerisinde gözlemleyebileceğimiz, genel bir örüntü olmadığı fikrini ileri sürer. Dahası tarihsel süreçler dahilinde elimizde yalnızca roller ile kimliklerin sonu gelmez bir müzakeresinden başka bir şey yoktur. Asıl ihtiyacımız olansa sistemin en altındaki insanların hep birlikte örgütlenmesidir. Postmodernist fikirlere bulanmış neoliberal karşı devrim, biz büyük kolektiflerin bir fark yaratabileceği fikrine tepki gösterip onu paramparça ediyor. Postmodernistler tüm bunların azınlıklara ve görmezden gelinmiş seslere güç kazandırmakla ilgili olduğunu iddia ediyor; oysaki tepeden tırnağa bir saçmalıktan ibaret bu. Ezilenler, ancak başkalarıyla bağ kuran bir hareket inşa ettiklerinde mesafe kat edebilirler. Büyük anlatılara, Marksizme ve -ilgi göstermemiz gereken- kolektiflere duyulan bu düşmanlık, neoliberalizmin güç kazanmasından kaynaklanıyor. Postmodernizm devrimci değil, tümden gericidir; neoliberalizmin sesini akademiye taşır. Yaşadığımız bu krize çözüm üretebilmek için insanlığa dair kolektif bir kavrayış edinmeye, örgütlenmeye ve harekete geçmeye ihtiyacımız var.



Kendi adıma postmodernizmin elitlerin kitlelere daha çekici görünmek için kullandıkları bir strateji olduğunu düşünüyorum. Postmodernizm zerre kadar devrimci değildir; arkeologlar ve sosyal teorisyenler olarak odaklandığımız geçmişin harikalarına dair farklı bir bakış açısı sunmaz. Öyle değil mi?


Dokuzuncu sorum şu: Üzerinizde hangi yazarların (arkeologların, filozofların, düşünürlerin…) etkisi var? Hobsbawm, Thompson ve Patterson sizde iz bıraktı mı?


Arkeolojiden başlayacaksak muhtemelen tüm zamanların en iyi arkeoloğu olan Vere Gordon Childe’dan söz etmem gerek. Sahadan çokça veri toplayan, sonra bunlardan olağanüstü sentezler çıkaran; teori ile pratik arasındaki birliğin mükemmel örneği olan biri. Hobsbawm elbette beni etkiledi ama aşağıdan yaklaşımı savunan Marksist tarih kuramcıları -mesela tıpkı XVIII. yüzyılın büyük tarihçisi Thompson gibi, İngiliz devriminin büyük Marksist tarihçisi Christopher Hill gibi- kadar değil… Bu geleneğin sevdiğim yanı, Hobsbawm’ın biraz Stalinist, biraz da mekanik olmasıydı. Thompson ve Hill ise tarihi bilfiil yapılan bir şey olarak görüyordu. Anmam gereken bir başka isim de Troçki; zira okuduğum en iyi tarih kitabı Troçki’nin Rus Devrimi Tarihi’dir. Sınıf mücadelesinin, siyaset ve iktidar mücadelesinin bütün mekaniğini ele alan bir eserdir bu. Troçki, Rus Devrimi’de baskın bir etkiye sahipti ama insanlar Lenin’in etkisinin daha fazla olduğunu düşünür; çünkü Bolşevik Partisi’nin lideriydi, ama aslında liderliği üstlenen Troçki’ydi. Petrograd’ın Sovyet lideriydi ve kızıl orduyu yönetmişti. Bu kitabı herkese tavsiye ederim; çünkü halk örgütlenmesinin -doğru yönlendirildiği takdirde- ne kadar büyük bir güce sahip olabileceğine dair fikir verir. Troçki’nin fikirleri elbette daha sonradan, yani 1920’lerin sonunda Stalin’in karşı devrimince unufak edildi; ancak birkaç yıl boyunca bu devrimde temsil edilen aşağıdan iktidar deneyimine dair sıradışı bir bilgi edinmemizi sağladı. Bu konuda okuyabileceğiniz en iyi metin Troçki’nin kitabıdır.



Teşekkürler. Okuyucularımızın üzerinizde bir şekilde iz bırakmış yazarları tanımasını önemli buluyorum. Bazen düşünürler ve yazarlar kime yakın durduklarını açıkça belirtmiyor ve bu yüzden -kanımca dolaylı şekilde- okuyucuların kafasını karıştırıyorlar.


Gelelim onuncu soruya: Genç araştırmacılar arasında teorik tartışmanın yeniden canlandırılması hususunda herhangi bir tavsiyeniz ya da bu konuda bir fikriniz var mı? Akademinin genç kesimlerinin daha kolay etkilendiğini düşünüyorum. İkinci sorumsa şu: bu söyleşiyi okuyan genç bir araştırmacı/tarihçi/arkeologa ne söylemek istersiniz?


Sadece tek bir fikirden söz etmek istiyorum. Marksist arkeologlar olarak bir tür uluslararası topluluk yaratma fikri üstünde mesai harcamalıyız. Zira bahsettiğimiz bu kutuplaşma, kriz, iklim felaketi ve diğer bütün küresel sorunlar ancak güçlerimizi birleştirirsek çözülebilir. Biz solcular, bu uluslararası mücadeleden başarıyla çıkabilmek için uluslararası rabıtalar kurmalıyız. Böylelikle bizi ilgilendiren teorik konuları keşfedebilir ve toplumsal açıdan etkin olabileceğimiz yeni yollar bulabiliriz. Geçen yaz BLM (Black Lives Matter – Siyahların Hayatı Değerlidir) protestoları esnasında İngiltere’de heykeller yıkıldı. Bristol’da bir köle sahibinin heykelinin yıkılıp limana atıldığı özel bir örnek yaşandı. Bu örnek bir protestoydu ve ben de ulusal gazetelerden birine bu heykelin yıkılmasını savunan bir mektup yazmıştım. Uluslararası alanda da Siyahların Hayatı Değerlidir hareketini destekleyen dünya çapındaki arkeologların imzalarını aldık. İşte radikal arkeologlar olarak bu şekilde toplumsal manada etkileşime geçebilir ve diğer meslektaşlarımızın teorik bakış açılarından bir şeyler öğrenebiliriz. Belki de ikimiz bir tür girişim üzerinde çalışmaya başlamalıyız.



Bir topluluk oluşturmak oldukça faydalı olurdu, böylece siyasi açıdan çok daha güçlü olabilir ve duruma uygun şekilde daha fazla inisiyatif alabilirdik.


Son sorum bundan sonraki çalışmalarınızla ilgili. Fikirlerinizin arkasındaki teoriyi analiz eden bir felsefe kitabı yazmayı düşündünüz mü?


Düşünmedim ve açıkçası yakın zamanda da böyle bir şey yapabileceğimi sanmıyorum; zira gündemimde çok fazla proje var. Şu anda üç kitap üstünde çalışıyorum, bu yüzden de bu konu üstüne bir şeyler yazacak zamanım yok. Ne yazık ki gündemimde böyle bir mesele yok.



Çok yazık; çünkü böyle bir kitabın hem genç araştırmacılar hem de kıdemli arkeologlar için inanılmaz faydalı olacağını düşünüyorum. Bu, kitaplarda kolayca bulunabilecek bir şey değil; günümüzde teori unutuluyor ve sizin yaklaşımınız da son derece ilgi çekici olurdu. Umarım gelecekte bu bağlamda bir şeyler yazarsınız. Sevgili Neil Faulkner zaman ayırdığınız ve özveriniz için teşekkürler. Sizinle bu konular üzerine konuşmak büyük bir keyifti. Okuyucularımızın bu söyleşiyi son derece ilginç ve aydınlatıcı bulacağından eminim. Yeni kitaplarınızın hızlıca çıkmasını dileyelim ve gelecekteki makalelerinizi, yeni çıkacak kitaplarınızı ya da genel olarak düşüncelerinizi sunmanın yanı sıra diğer konuları da tartışmak için umarız bir kez daha bize konuk olursunuz. Teşekkürler.



------------------------------------------------------------------------------------------

adresinden ulaşabilirsiniz.

**Düşünürün Utku Özmakas tarafından Türkçe'ye kazandırılmış son kitabı için bkz. Faulkner, Neil (2024). Tırmanan Faşizmin Kitle Psikolojisi: Marksist-Freudyen Bir Analiz. İstanbul: Yordam.

565 views0 comments
bottom of page