top of page

Demokrasinin Yara İzleri - Peter E. Gordon (Çev. Bartu Şanlı)

Writer: Siyasal İktisatSiyasal İktisat

Theodor W. Adorno, 6 Nisan 1967’de Viyana Üniversitesi’ndeki Sosyalist Öğrenciler Derneği’nden gelen davet üzerine “Yeni Sağ Kanat Radikalizmin Veçheleri” üzerine bir konferans vermeyi kabul etti. Konu özel bir aciliyet arz ediyordu: Batı Almanya’da yeni kurulmuş neo-faşist bir grup olan Almanya Ulusal Demokratik Partisi’nin (NPD) popülerliği artıyordu ve kısa süre içinde Almanya’nın 11 bölgesel parlamentosunun yedisinde temsil edilmek için gereken yüzde 5 barajını geçecekti. Adorno, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oldukça saygın bir konumdaydı ancak bu sadece felsefi ve kültürel yazılarından dolayı değil, kapitalist Batı’nın sözüm ona liberal-demokratik düzenlerinde hâlâ yaşamaya devam eden faşist eğilimlerin analizinden kaynaklanıyordu ve öğrenciler ile Viyana’da bir araya gelen sosyalist aktivistler, onun düşüncelerine kulak vermeye istekliydi.

 

Bu konferans her ne kadar kısa olsa da, savaş sonrasında Batı Almanya’daki neo-faşist yükselişin belirli örneklerini ele alıyordu. Ayrıca, faşizmin ne olduğuna ve liberal demokrasiye aşırı sağdan gelen meydan okumalar hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğine dair genel soruya değinmekteydi. Adorno, liberal demokrasilerin doğaları gereği kırılgan, çelişkilerle paramparça olmuş ve sistematik kötüye kullanımlara karşı korunmasız olduğunu, belirledikleri ideallerin pratikte sık sık ihlal edildiğini, böylece kızgınlık, başkaldırma ve sistem dışı çözümlere duyulan özlemi uyandırdıklarını iddia etmişti. Demokrasiyi savunanlar, bu kızgınlığı besleyen ve demokrasinin iddia ettiği şey olmasını engelleyen direngen eşitsizliklerle yüzleşmelidir.

 

Ses kaydından aktarılan ve İngilizceye Yeni Sağ-Kanat Radikalizmin Veçheleri başlığı altında çevrilen bu konferans, bize 1960’ların sonundaki Adorno’nun politik bağlılığını hatırlatır. Ayrıca, bu konferans Georg Lukács’ın küçümseyerek “Büyük Uçurum Oteli” olarak tanımladığı şeye sığınmış, bitmek bilmeyen bir karanlık ve negatifliğin filozofu olarak Adorno’ya dair popüler bir yanlış anlaşılmayı düzelten bir işleve sahip olmalıydı. Amerika’daki sürgün yıllarından ve Frankfurt’a dönüşünden sonra, Adorno kendini sadece felsefeye değil aynı zamanda Federal Almanya Cumhuriyeti’ne de adamıştı ve sık sık yüz yüze veya radyoda dinleyicilerine özeleştiri, eğitim ve Aydınlanma'nın demokratik ideallerini benimsemek için tavsiyeler veriyordu.

 

Dünya genelinde otoriter hareketlerin yeniden canlanışına kör olmayanlar için, 1960’ların ortasında Batı Almanya’daki neo-faşist coşkunun daha erken bir spazmı, Adorno’nun “faşist hareketler liberal demokrasilerde istisnai değildir, aksine ona içkindirler ve başarısızlığının yapısal işaretleridir” iddiasının oldukça çarpıcı bir tasdiki olarak işlev görebilir. Bu anlayış -buna Frankfurt Okulu’nun faşizme ilişkin diyalektik değerlendirmesindeki temel tema da diyebiliriz- kolayca yanlış anlaşılabilir, hem de sadece demokrasiyi şimdi tehdit eden güçlere olanak tanıyan muhafazakâr savunucular [apologist] tarafından değil. Sol içindeki bazı eleştirmenler faşizmi kalıcı bir tehdit olarak görmemekte, onu alakasız bir geçmişe hapsederek yeniden canlanmasına ilişkin korkuları liberal histerinin bir belirtisi olarak görmektedir. Adorno okuyan herhangi birisi bunun yanlış çıktığını bilecektir. Neo-faşizmin yeniden canlandığı bu dönem boyunca bu konferansı okumak, Adorno’nun iddialarının kalıcı gücünü anlamamıza yardımcı olabilir.

 

Soldaki eleştirmenler ve sağdaki garip kimseler arasında deveran eden Adorno hakkındaki pek çok yanlış anlaşılmayla ilgili belki de en kalıcı olanı, onun yüksek modernizmin ezoterik eserlerinde lüks yaşamayı tercih eden oldukça varlıklı bir adam ve pratik politika için az da olsa sebatı ve yatkınlığı olduğuna dair düşüncedir. Asıl hikâyeyse daha karmaşıktır. 1903’te Frankfurt’ta doğan Adorno orta-sınıf bir ailede büyümüştür. Yahudi kökenli şarap tüccarı babasının hâli vakti yerindedir ancak zengin değildir ve genç Teddie iki yetenekli müzisyen olan annesi ve teyzesinden ciddi bir eğitim almıştır. Ayrıca modern felsefe ve toplumsal düşünceye ilgi duymaktadır -klasikler (Kant ve Hegel) ile isyancıların çalışmaları (Kierkegaard, Marx, Nietzsche ve Freud)- ve bunları kendine özgü bir tarzda okumuş, onları birbirine düşürmüş ve çelişkilerini ortaya çıkarmıştır, ta ki bir zamanlar yerleşik doktrin olan şey sonsuz bir diyalektik hâline gelene kadar.

 

Adorno, liseden sonra felsefenin içine daldığı ve Husserlci fenomenoloji ile psikanaliz üzerine yazılar yazdığı Frankfurt Üniversitesi’ne katılmıştır. Burası, yakında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün (Frankfurt Okulu) müdürlüğünü üstlenecek Max Horkheimer ile tanıştığı, solcu entelektüeller ile Adorno’ya eleştiri bıçağını keskinleştirmesini, kapitalizmin ve modern yaşamın ayrıntılarına kadar bunu acımasızca uygulaması için ilham veren Walter Benjamin’i içeren toplumsal eleştirmenlerle dolu bir çemberin içine düştüğü yerin ta kendisiydi. Adorno’nun Kierkegaard üzerine olan ilk kitabı, Benjamin’in Alman Barok tiyatrosuna dair kötü bir üne sahip çalışmasıyla üslûp ve yöntem açısından o kadar yakın bir benzerlik taşıyordu ki, ortak tanıdıkları tarihçi Gershom Scholem bunu bir tür intihal olarak değerlendirdi.

 

Adorno, siyasi bir aktivist sayılmazdı ancak savaş arası dönemdeki liberal politikaları içgüdüsel olarak eleştiriyordu ve kendisiyle aynı fikirdeki meslektaşları, Frankfurt’ta öğrenciler arasında şakacı bir şekilde Café Marx olarak bilinen Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nde uygun bir yurt buldular. Orada, en soyut felsefi anlayışlarını bile tarih ve toplumdaki somut sorunlar bağlamında çerçevelediler, enstitünün kurucularının Marksist ya da Neo-Marksist ajandasından ne kadar uzaklaşmış olurlarsa olsun, felsefe ile canlı deneyim arasındaki diyalektik anlayış, çalışmalarında daimi bir tema olarak kaldı.

 

1933’te sürgüne zorlanan Adorno ve onun Frankfurt Okulu’ndan pek çok meslektaşı, kültürel ve sosyolojik bir araştırmanın nesnesi olarak faşizm konusunda kaygılıydı. Eleştirel teori aslında bu potadan doğmuştu. Adorno ve enstitünün diğer üyeleri faşizmin nasıl yerleştiğini, demokratik seçimlerde çeşitli seçmenlerin ilgisini nasıl çektiğini, hemen nasıl iktidara geldiğini ve devleti nasıl dönüştürdüğünü açıklamak için mücadele ettiler. Adorno felsefi olandan kurumsal analize nadiren inmiş olsa da, faşizmin yalnızca Almanların değil insanlığın bir problemi olduğunu, bütün modern toplumları tehdit eden bir patolojinin yalnızca siyaset bilimi, sosyoloji ve hatta psikolojinin birleştiği disiplinlerarası araçlarla açıklanabileceğine dair meslektaşlarının kanaatini paylaşmıştı. Bu çabalar, böyle bir yöntemin kullanılması hâlinde faşizmin özgüllüğünü kaybederek, zaman ve mekâna dair pek az ayırt edici işarete sahip evrensel bir hastalığa dönüşme riskini taşıyordu. Bununla birlikte en değerli çalışmalarında Adorno ve meslektaşları, onun “mikrolojik” eleştiri dediği şeye odaklanmaya devam ederek genel ile özel arasındaki bir diyalektiği ayakta tutuyorlardı.

 

Özel olana ilişkin bu vurgu, dikkatimizi Adorno ve Horkheimer tarafından yazılan Aydınlanmanın Diyalektiği gibi yükselişteki spekülatif klasiklerden, bir zamanlar enstitünün anti-faşist programına merkez oluşturan çalışmaların sahipleri olmalarına karşın bugün isimlerinin sık sık pas geçildiği Frankfurt Okulu üyeleri Franz Neumann ve Otto Kirchheimer tarafından Nazizm çalışmaları gibi daha empirik eserlere kaydırdığımızda hemen ortaya çıkar. Adorno ve araştırmacı arkadaşları, bütün demokratik yurttaşlardaki faşizm potansiyelinin kapsamlı bir kavrayışını geliştirmek için niceliksel ve niteliksel verileri sıraya da dizseler, ruhun derinliklerine de inseler otoriteryanizmin bireysel psikolojiye indirgenemeyeceğini, nihayetinde bu olguların modern toplumun nesnel koşullarını yansıttığını asla gözden kaçırmazlar - Otoriteryan Kişilik Üzerine ve Group Experiment [Grup Deneyi] gibi sosyal psikoloji egzersizleri de ihmal edilmemelidir. 1950’de tanıtılan ünlü Fahrenheit skalası, modern öznelerin faşizme yakınlık hissettiğini ya da ona direnmek için gerekli olan birkaç eleştirel kabiliyete sahip olmayı vaat eden geniş trendlerin bir ölçeği olarak oluşturulmuştur -örneğin gelenekçilik, katılık ve hayal-gücüne karşı düşmanlık.

 

Bugün Otoriteryan Kişilik Üzerine ve Group Experiment’i okurken, empirik ayrıntıların zenginliğini, otoriter eğilimleri sadece belirli politik kurumlarda değil gündelik yaşamın en sıradan özelliklerinde de görünmeye hazır bulunması insanı hayrete düşüyor. Faşizm, çalışmaların iddia ettiği üzere, yüce bir kötülük veya basitçe çözülebilen bir hastalık bilimi [pathology] değildir. Daha rahatsız edici bir şeydir bu: Burjuva modernliğinin gizil ama her tarafına yayılan bir özellik. Bu genişletilmiş tanımla, savaşın sonunda faşizmin mağlup olması pek de teselli edici olamazdı. 1959 tarihli konferansında Adorno açık seçik bir noktaya temas etti: “Kaçmak istenilen geçmiş, hâlâ capcanlı.”

 

Adorno için, faşizmin daha derinlerdeki kalıcılığı inkâr edilemezdi. Eski Nazi Partisi yetkililerinin yüzlercesi ve hatta binlercesi savaş dönemindeki davranışları için soruşturmadan kaçmayı başarmıştı ve kesintiye uğramaksızın Federal Almanya Cumhuriyeti’nde kariyerlerine devam ettiler. Ancak faşizm kendi ifadesiyle, “toplumun genel koşullarından” doğmuştu. Liberal demokrasi kendi içinde meta formundan güç alan, nesneleri olduğu kadar insan öznelerini de mübadele nesnelerine indirgeyen bir standartlaştırma dürtüsü barındırıyordu. Farklılıklarından ayrıştırılmış birey direniş düşüncesinden nefret eden, düşünce ürünü olmayan bir kitleye dönüşmüştü ve teslimiyete hazır hâle geldi. Faşizm, yalnızca liberalizmin ötekisi veya dışarıdan gelen egzotik bir hastalık olarak görülürse asla üzerine gidilemez ve mağlup edilemez. Nadir unsurlardan değil, tam tersine ortak dünyamızın yapı malzemeleri olan temel maddelerden oluşuyordu. 1959’daki konferansında Adorno şunu iddia etmişti: “Nasyonal Sosyalizmin demokrasi içinde varlığını sürdürmesinin, faşist eğilimlerin demokrasiye karşı varlığını sürdürmesinden potansiyel olarak daha tehditkâr olduğunu düşünüyorum.”

 

Liberal demokrasiye yabancı değil, aksine ona içkin bir şey olarak faşizmin bu şekilde kavranışı, öte yandan Adorno’nun tarih düşüncesini yansıtabilir. Adorno, Hitler ve Naziler yükselişe geçmeden önce bile burjuva toplumunun damarlarından akan gizil şiddetin bilincindeydi ve sonraki yıllarda en gündelik anılarını kanıt olarak sunmaktan çekinmedi. Savaş sonrası aforizmalar koleksiyonu olan Minima Moralia’da çocukluk zamanında okul bahçesindeki zorbaları anımsıyor ve şöyle yazıyordu: “Tek bir öğrencinin üzerine çullanıp onu pataklayan ve hocaya şikâyet edince de onu sınıf haini ilan eden beş yurtsever -yabancıların tutuklulara işkence yapıldığı iddialarını çürütmek için tutuklulara işkence yapanlar da bunlar değil miydi?”[1] Nazizmin gündelik davranışlarda kökeni bulunmayan, bütünüyle yüksek bir politika olduğuna dair bu illüzyona biri dört elle sarılıyorsa, bu hatırlatma zorlama gibi gelebilir. Nazilerin yükselişine tanık olan Adorno, böyle bir illüzyona sığınmamıştı, Naziler iktidara el koymadan uzun zaman önce geleceğin felaket getireceğine dair “bilinçdışı korku”yu idrak etmişti.

 

Felaket geldi. Nazilerin iktidara gelmesiyle Üçüncü Reich’ın yeni yasaları Adorno’yu sürgüne zorladı. İlk önce, kariyerine Oxford’da yeniden başlama girişiminde bulundu ve ardından bu girişiminden vazgeçti. Daha sonra, Horkheimer’e ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Enstitüden diğer meslektaşlarına katıldı. Ebeveyni ise, kıl payı hayatta kalmayı başarmıştı. Oğulları New York’a yerleştikten sonra Almanya’da kalan çift, Yahudi işyerleri ve evlere yönelik devlet destekli pogrom olan Kristallnacht’ı takip eden işkence dalgası sırasında tutuklandı. Babası dövülmüştü ve gözlerinde ciddi bir hasar bırakılmıştı, ayrıca aile şirketinin ofisleri yağmalanmış ve el koyulmuştu; Yahudi mülklerine devlet tarafından kolayca el konulabilirdi. Aslında ailesi tahliye edilmişti, her ne kadar bu deneyim onları sarsmış olsa da. Küba yoluyla Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçtılar, ancak faşizm heyûlası bütün aileye musallat olmaya devam etti.

 

Bu tür deneyimler, Adorno'yu faşizmin tamamıyla siyasi bir biçim değil, aynı zamanda bir tür gerilim, ancak antropoloji ve psikanaliz kategorilerine başvurarak anlaşılabilecek arkaik kolektif davranış türlerine şiddetli bir alçalma olduğuna dair içgüdüsel bir hisle etkiledi. Adorno, Freud’un “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi” makalesinden esinlenerek insan gruplarının değişime karşı içgüdüsel bir direnç ve otorite özlemi gösterdiğine inanmaya başladı. Grup, Freud’un yazdığı gibi, “yönetilmek ve baskı altında tutulmak ister,” ve kahramanlarına aydınlanma için değil, “güç ve hatta şiddet” için bakar. Bir grup ile lideri arasındaki enerji yatırımı [cathexis] öncelikle rasyonel değil, libidinaldir ve bütünüyle geleneksel ifadelerle ya da rasyonel bir kişisel çıkar ifadesi olarak kitle politikasını açıklamaya yönelik her girişim, otoriteryanizmi dayanıklı bir cazibe merkezi yapan temel faktörleri kaçıracaktır.

 

Liberal demokrasi içinde kalıcı bir tehdit olarak faşizmin analizi, Adorno’nun çalışmasında tekerrür eden bir temadır. Otoriteryan Kişilik Üzerine, Group Experiment [Grup Deneyi] ve Almanya’ya döndükten sonra verdiği konferanslar bunu doğrular. Adorno, Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NPD) gibi neo-faşist örgütlerin doğuşu dolayısıyla tedirgindi, çünkü ona göre bu, eski faşizmin ruhunun tamamıyla mağlup edilmediğinin işaretiydi. Kamuoyunun “geçmişle yüzleşme” gibi zorlu bir sürece kendini adamaya pek de ilgi göstermemesi onu aynı derecede rahatsız ediyordu. Yayımlanmış felsefe eserlerinde olmasa bile konuşmalarında, berraklık ve ahlaki öncelik gibi kaygıların üzerine gitti. 1967 yılında verilen yeni sağ radikalizm üzerine konferans, bu çalışmanın mütevazı ve oldukça kısa bir örneğidir; gelgelelim Adorno, faşizmin tam anlamıyla mağlup olmadığını, hem toplumsal yapı hem de kişisel davranışların gündelik görünüşlerinde ikamet ettiğini ve her zaman onunla yeniden mücadele edilmesi gerekliliğine dair genel düşüncesini ustaca özetler.

 

Bu konferansta Adorno, son olaylara, politikaya tıpkı “hortum ya da meteorolojik felakete benzeyen” doğal fenomenler dizisiymiş gibi yalnızca “tefekküre dayalı” bir bakış açısıyla yaklaşılmaması konusunda uyarıda bulundu. Adorno, böyle bir tavır benimsemenin hemen hemen kişinin politik bir özne olarak kendini feshettiğini, bunun boyun eğmenin bir işareti olduğunu söyledi. "Bunların nasıl devam edeceği ve nasıl devam edeceğinin sorumluluğu” dedi ve ekledi, “nihayetinde bizlerin ellerindedir.”

 

1967 baharında soldan birkaç kişi, Batı Almanya’daki gerçek demokrasinin olanakları hakkında iyimserdi. 1949’da kurulduğundan bu yana, hem Hristiyan Demokratik Birliği’nin (CDU) hem de ülkenin şansölyesi olduğunda 73 yaşında sadık bir muhafazakâr olan Konrad Adenauer’in pençesinde kalmıştı. Yerine bir başka CDU’lu politikacı Ludwig Erhard geçti; 1966’daysa onun yerine meslektaşı Kurt Georg Kiesinger geçti ve kısa bir süre önce yeniden örgütlenen Sosyal Demokrat Parti (SDP) ile koalisyon hükümeti kurdu.

 

SDP’nin yeniden dirilişi anlık bir parıltı gibi görünmüş olabilir. Ancak Batı Almanya’daki 1966 ve 1967’deki durgunluk, ünlü “ekonomi mucizesini”ni delip geçtiğinde ilk büyük yenilgisini tatmıştı. 1967’nin ilk yıllarından itibaren işsizlik sayısı en azından yarım milyon insana ulaşmıştı ve bir zamanlar marjinal olan Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NPD) büyümeye başladı, 1968 itibarıyla üye sayısında bir anda artış yaşandı.

 

NPD, Batı Almanya’da ortaya çıkan ilk aşırı sağ parti değildi hiç kuşkusuz. Neo-Nazi olduklarını açıkça itiraf eden bir grup olan Sosyalist Reich Partisi (SRP) savaştan sonra kurulmuştu ancak sonra yasaklandı. Alman Reich Partisi (GRP) ve iltisaklı gruplar onun ardından ortaya çıktı ancak onlar da 1960’ların ortası itibarıyla dağıldı. Bununla birlikte NPD, liderlerinin ve üyelerinin çoğunu daha eski gruplardan almış, daha büyük bir tehdit oluşturmuştur. Savaş boyunca aktif bir Nazi olarak dikkat çeken soylu Adolf von Thadden her ne kadar ilk başta unvana sahip biri olmasa da, partinin dizginlerini elinde tutuyordu ve iç mücadelelerden sonra 1967’de kontrolü ele geçirdi. Yerel toplantılarda ve ulusal medyanın dikkatini çekmeyeceğinden emin olduğunda, NPD Üçüncü Reich’ın insanlık karşısındaki hiçbir suçu desteklemediğini iddia ederken, “Uluslararası Yahudilik ve Yahudi basını”na karşı veryansın etti. Nazizmin “en iyi Alman unsurlar” tarafından desteklendiğini, şimdiki görevlerinin insanları birtakım ulusal küçük düşürücü durumlardan kurtarmak ve Almanya’yı tekrar mükemmel hâle getirmek olduğunu iddia ettiler. Parti 1966’da, yasama organlarına, Hessen ile Bavarya’daysa bölgesel parlamentolara girmeye hak kazandı ve Batı Almanya’daki diğer pek çok ülkede kabul görmeye hazır görünüyorlardı.

 

Adorno’ya göre, faşizm ve otoriteryanizm üzerine daha erken çalışmalarında sorguladığı eğilimlerden bazılarını NPD açıkça göstermişti ve ulusal kimlik ayrımının politik geçerliliğini kaybettiği küresel bağlamda onun görünüşüne dikkat etmişti. Büyük güç blokları çağında “hastalıklı” [pathic] bir milliyetçilik tarafından harekete geçirilen NPD gibi partilerin, “tam da nesnel durum nedeniyle büyük oranda güç kaybettikleri anda şeytanca yüzlerini, hakiki yıkıcılıklarını ortaya çıkardıkları hatırlanmalıdır.”[2] Paradoksal bir şekilde bu gerçekdışı unsur, faşizmin en kendine özgü özelliği olabilir. Siyaseti içeriğinden boşaltmakta ve sadece propaganda dolaşımına indirgemektedir. Eski ve yeni faşizm, sanki tek amaç kitle psikolojisinin kendi iyiliği için mükemmelleştirilmesiymiş gibi, daha yüksek bir amaç olmaksızın propagandayı ustaca kullanmaları bakımından birbirine benzemektedir. Adorno, “Faşizmin hiçbir zaman dört başı mamur bir teorisi olmadığını” ifade ediyordu; karşılığındaysa, politikayı her türlü yüksek anlamından sıyırarak saf güç ile “kayıtsız şartsız egemenliğe” indirgediğini.

 

Böyle değerlendirmeler neden faşist hareketlerin ideoloji içerisinde bu gibi esneklikler gösterdiğini ya da Adorno’nun “kavramsız praksis” dediği şeyi açıklamaya yardım eder. Direnç kapasitesi zayıflatılmış konformist bir toplumdan doğan faşizm, modern toplumun zaten olduğu şeyin radikalleşmesinden daha az belirgin bir politik biçimdi: Soğuk, baskılayıcı ve düşüncesiz. Böylece Adorno için faşizm, sağlıklı bir organizmadan basitçe çıkarılabilecek bir fazlalık değildi.

 

Adorno elbette, bazı bireylerin psikolojik nedenlerle sağ radikalizme yönelebileceği gerçeğine kayıtsız değildi. Her toplumda, “iflah olmayanlar”ın bir kalıntısı olduğunu kabul eder Adorno. Ancak, bir kitle hareketi yalnızca onlardan oluşmaz. İçinde yaşadıkları dünyadan daha irrasyonel olmayan sıradan erkeklerden ve kadınlardan oluşur. Politikaları irrasyonelse, bunun sebebi toplumsal bütünün sistematik irrasyonalitesini belirginleştirmelerinde yatmaktadır.

 

Merkeziyetçi liberalizm taraftarları, faşizmin silinmesi için demokrasinin tıpkı daha önceki gibi devam edebileceğini iddia edecektir. Ancak Adorno için, demokrasi faşizmin hasar verdiği tam teşekküllü bir gerçeklik değildir, henüz gerçekleştirilmemiş bir idealdir ve vaatlerine ihanet ettiği sürece kızgınlık ve paranoyak isyan hareketleri meydana getirmeye devam edecektir. Adorno’nun bazı eleştirmenleri -bazı hayranları bile- onu Aydınlanma’nın ideallerini aşağılayan ve ilerlemenin bir mit olduğunu hisseden radikal bir kötümser olarak düşünme konusunda ısrarlıydı.

 

Ne var ki Adorno, düşüncesinde çok daha diyalektikti: İlerlemenin yanlış ideolojisinin üstesinden gelmek ve böylece hakikatin meydana çıkmasını sağlamak istiyordu. Neo-Marksizmin açıklayıcı ortodokslarından ne kadar uzaklaşmış olursa olsun, demokrasinin modern ifadesinde sadece biçimsel kaldığını ve somut olmadığını ifade etti. Şu anda demokratik olmakla övünen sistemlerin, irrasyonalite ve dışlama üzerine kurulu oldukları sürece, belirtilen ideallerine asla uygun olamayacakları konusunda ısrar etti. Adorno’nun faşist hareketler kavramını, 1967’deki şu iddiasından daha iyi özetleyen çok az satır vardır: “Açık yaralar, kendi kavramsal içeriğinin hakkını bugüne kadar tam anlamıyla verememiş bir demokrasinin yara izleri olarak tanımlanabilir.”[3]

 

Bugün Adorno’nun konferansını okuyanlar, onun uyarılarında mevcut küresel koşulların bir yansımasını görmeden edemezler. Almanya'da neo-faşist bir diriliş, 2017'de Federal Meclis'te 94 sandalye kazanarak meclisin üçüncü büyük partisi haline gelen aşırı sağcı ve göçmen karşıtı bir hareket olan Alternative für Deutschland ile bir kez daha yerleşmiş oldu. Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında neo-faşist ya da otoriter siyasetteki bu eğilim (Türkiye, İsrail, Hindistan, Brezilya, Rusya, Macaristan, Polonya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde) yükselişe geçmiş durumda. Geçmişin tamamen geride bırakılmış olduğuna dair abartılı düşünce -ötekiliğinin zaman ve mekân farklılıkları arasında herhangi bir analoji kurmamızı engellediği düşüncesi- ancak tarihi, her birinin bütünüyle kendine ait birtakım yasalara uyan ve adalara bölünmüş bir şekilde gördüğümüz takdirde bizi etkisi altında tutacaktır.

 

Adorno, “şematik analojiler”e karşı uyarıda bulunmuş olsa da, geçmişin yabancı bir ülke olarak incelenmesinin hatalı olduğunu biliyordu. Amerikan ırkçılığı tarihçilerinin uzun zamandır gösterdiği gibi, geçmiş ile bugün arasındaki savunucuların itiraf etmek isteyeceklerinden daha fazla devamlılık vardır (Nazilerin Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ırkçı politikalardan talimat aldıklarını da unutmamalıyız). Faşizm de uzun bir gölgeye sahiptir ve özellikle de bir kez daha ortaya çıktığında geçmişte bırakılamaz. Adorno’nun 1969’daki ölümünden sonra, Almanya’daki muhafazakâr tarihçiler, solun çağdaşlarına ulusun suçlarını hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğine dair şikâyetini dile getirdi. Tarihçi Ernst Nolte’nin ifadesiyle Nazizm, “geçip gitmeyecek bir geçmiş” idi. Adorno'nun öğrencisi olan filozof Jürgen Habermas, tarihçilerin bu tartışmasına müdahale ederek, süreklilik ve karşılaştırmanın özür dileme değil, eleştiri araçları olarak hizmet etmesi gerektiğinde ısrar etti.

 

Kuşkusuz, hiçbir şey tam olarak daha önce olduğu gibi gerçekleşmez; benzerlik farklılığı ortadan kaldırmaz. Ancak tüm benzerlikler, tarihsel dönüşümün yüzeysel işaretlerinin altında, işlerin olması gerektiği kadar değişmediği konusunda bizi uyarmalıdır. Geçmişin gölgeleri günümüze kadar uzanmakta ve tıpkı parklardaki heykeller gibi kamusal bilincin üzerinde karanlık bir şekilde belirmektedir. Almanya'daki vatandaşlar (ya da en azından çoğu), sonunda faşizm anıtlarının özür dilemekten ziyade eleştirel amaçlara hizmet edebileceğini, asla geri dönmesine izin verilmemesi gerektiğini hatırlatabileceğini öğrendi. Alternative für Deutschland'ın parlamento siyasetinin merkezine doğru tırmanışa geçmesiyle birlikte bu ders bir kez daha aciliyet kazanmıştır. Geçmişe ait çok sayıda heykelin günümüz ırkçılığını eleştirmek yerine doğruladığı ABD'de de durum farklı değil. Geçmiş, gerçekten de geçip gitmiyor.


----------------------------------------------------------------------------------

[1] Bu eserden yapılan alıntıların tamamı Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan çevirisinden alınmıştır. Bkz: Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, Çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis Yayınları., İstanbul, 2017.

[2] Theodor W. Adorno, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri, çev. Şeyda Öztürk ve Tarhan Onur, Metis, 2020, s.33.

[3] A.g.e., s.36.

 
 
 

Comentarios


bottom of page