top of page

Devrim 101: Stephen D’Arcy ile Militan Protesto Üzerine - Meg Borthwick (Çev. Utku Özmakas)

  • Writer: Siyasal İktisat
    Siyasal İktisat
  • Apr 15
  • 6 min read
Stephen D’Arcy, Duyulmayanın Dilleri: Militan Protesto Neden Demokrasi İçin İyidir’in yazarı. Bu kitabında uzlaşma bilmez bir hasımla karşı karşıya kaldığımızda, demokrasiyi korumanın ve desteklemenin en iyi yolunun neden militanlık olduğunu sarih ve dikkat çekici bir biçimde ortaya koyuyor. Kimileri için militanlık bunun tam aksini temsil etse de, D’Arcy bize durumun hiç de böyle olmadığını söylüyor. Steve’e birkaç soru sorma fırsatını yakaladım ve militanlığın neden demokrasi için iyi ve kaçınılmaz olduğunu nezaketle özetledi.

MB: Duyulmayanın Dilleri kitabında militan protesto biçimlerini detaylı bir şekilde ele alıyorsun. Militanlığı, protestonun öteki biçimlerinden ayıran nedir?

 

SD: Öncelikle, “militanlık” sözcüğünü şiddet sözcüğünün üzerini örtmek için kullanmıyorum. Şiddet ve şiddetsizlik etrafında dönen bu tartışma biçimi, dikkatleri lüzumundan fazla üstüne çekiyor; temel ve acil soruları bir kenara bırakmamıza sebep olup dikkatimizi dağıtıyor. Bu yaklaşımı benimsemektense militanlığı hem çatışmalı hem de taraflaştırıcı, sorun temelli kolektif bir eylem olarak tanımlamayı tercih ediyorum.

 

Militanlık, hedef tahtasına oturttuklarıyla ortak bir zemin aramaya çalışmak yerine onları hasım kabul edip onlara geri adım attırmaya ya da onları bozguna uğratmaya çalışması anlamında çatışmacıdır. Örneğin, katran kumu hattından kâr eden şirketler ve bu şirketlerin çıkarlarına hizmet eden politikacılar, fikrî bir tartışmanın potansiyel tarafları değildir. Ancak kararlı bir mücadeleyle engellenebilirler: Dur durak bilmez, hızla yükselen ve genişleyen bir katılım temelinde gerçekleşecek bir mücadeleyle. Bu hedefleri hasım kabul etmek; mücadele edip onları yenilgiye uğratma niyetine sahip olan insanlar ve örgütler arasında bir ittifak inşa edecek şekilde çaba harcamak zorundayız.

 

Militanlık, çatışmanın doğurduğu düzensizliği veya husumeti sınırlamak ya da çözmek yerine etkin bir şekilde çatışmayı teşvik etmesi anlamında taraflaştırıcıdır. Martin Luther King’in sözleriyle söylersek militanlık “bir kriz yaratmaya çalışır” ve “gerilimi artırır.” Kararlı ve saldırgan bir hasmın -mesela Başbakan Stephen Harper gibi birinin- sırtını yere çalmak için hasmın otoritesine kafa tutmaya ve hasmın gücünü aldığı iktidar sistemlerinin işleyişini bozmaya hazır olmak gerek.

 

Böyle anlaşıldığında militanlık, muhatabının rasyonel bir iknaya açık olduğunu düşünen protesto biçimlerinin tam karşısında yer alır. Bazı durumlarda bir politikacının, bir şirketin ya da protestonun öteki hedeflerinden kimilerinin meseleyi protestocunun gözünden görmesinin sağlanabileceği umut edilir. Bazı durumlardaysa bu yaklaşım başlarda faydalı olabilir. Ne var ki çok geçmeden şirketlerin ve hükümetlerin kamu yararını ya da toplumsal ve çevresel adaletin gereksinimlerini göz önünde bulundurmaya pek de gönül indirmedikleri ortaya çıkar. Böylelikle hamle sırası yeniden bize gelir: Seçkinlerin uzlaşmazlığına ve ihtiyaçlara yanıt vermeyen iktidar sistemlerine yumuşak başlı ve sakin bir yaklaşımla, yani King’in “adım adım ilerlemenin sakinleştirici etkisi”yle yanıt verebilir miyiz veyahut da King’in “şimdinin acil gereksinimi” adını verdiği ve ısrarla önerdiği şekilde mi?

Genel hatlarıyla söylersek “iknaya yönelik” ve “çatışmaya yönelik” protestolar arasında bu şekilde bir ayrım yapabiliriz. Militanlık terimini ikinci türden protestoları ifade etmek üzere kullanıyorum.

 

 

MB: Militan eylemin hangi noktada meşru olduğunu ya da belki daha da önemlisi meşru olarak görülebileceğini düşünüyorsun?

 

SD: Gündelik eylemlerimizle bir benzeşim kurarak düşünmeye başlayabiliriz. Zaman zaman başka insanlarla çatışmanın, zararlı ya da kötü olduğu için bu insanların yaptıklarına bir son vermesini talep etmenin kaçınılmaz ve meşru olduğunu herhalde herkes kabul eder. Diyelim ki, tek ihtiyacımız rica etmek. Varsayalım ki, endişelerimizi açıkça dile getirdiğimizde eylemlerine bir son verecekler. O zaman normal bir iletişim kurup bunu rica etmeliyiz. Çatışmanın daha çok güce dayanan biçimlerine duyulan ihtiyaç, yalnızca rica etmenin işe yaramadığı, endişelerimize hiçbir şekilde kulak asılmadığı durumlarda baş gösterir. Bu olduğundaysa çok daha çatışmacı bir duruş gerekir ve çatışmaya dönüşen bu gerginliği meşrulaştırmakta hiçbir sorun yaşamayız. Ne de olsa iletişimi ve mantığı denedik ama endişelerimiz yine de göz ardı ediliyor.

 

Toplumsal protesto söz konusu olunca da durum değişmez. Sınırsız bir genel grev başlatmak ya da sivil itaatsizliğe başvurmak gibi seçeneklere balıklama atlayamayız. Bu türden bir gerginlik, iktidarı ustalıkla yöneterek uzlaşmaya yanaşmayan ve taleplerimizi görmezden gelenlere karşı adaleti korumak için azim ve ısrarla bir araya gelmemizi gerektiren bir şeydir.

 

Militanlığı “sağaltıcı bir erdem” olarak görüyorum. King’in meşhur “Bir Hayalim Var” konuşmasında söz ettiği “muazzam militanlık” gibi, militanlığı takdir etmemizin, onu bir erdem olarak görmemizin nedeni, seçkinlerin uzlaşmazlığının yarattığı soruna bir çare sunmasıdır. İnsanlar, ciddi ve üzerlerinde baskı oluşturan sorunlarına dair kaygılarını kamusal olarak dile getirdiğinde, bunlar ensesi kalınlar tarafından göz ardı ediliyor ya da sesleri polisiye tedbirlerle ya da inatçı bir kayıtsızlıkla sessizliğe gömülüyorsa, bu durum kamunun gücü açısından demokrasiye yönelik gerçek bir tehdit oluşturur. İnsanların yaşamları üzerinde kolektif bir denetimin tatbik edilmesiyle güçlerini zayıflatır. Bu gibi durumlarda militanlık, para ve imtiyazın gücünün adalet adına geri püskürtülmesi için “muazzam” bir itki oluşturur ve “hayır”ı yanıt olarak kabul etmez. İşte bu nedenle King’in ayaklanmayı tanımlarken kullandığı ifadeyi -“duyulmayanın dili”ni- ödünç alarak kitabıma ad yaptım. Militanlık, gücü elinde tutanlar, sömürülenleri ve ezilenleri dinlemeyi reddettiğinde söz konusu insanların seslerini bulmasının bir yoludur.

 

Bu noktada militanlığın ütopyacı bir veçhesi olduğunu söyleyebiliriz. Militanlığı harekete geçiren güdü, Zapatistalar’ın şu sloganında özetlenmiştir: “Burada kuralı halk koyar, hükümet uyar!” İnsanlar ne zaman “Yeter! Şimdi ve burada artık halk yönetecek!” dese, o zaman -insanların susturulmadığı ya da göz ardı edilmediği, herkesin sesinin çıktığı ve insanların kaygılarının ciddiye alındığı ve mümkün olduğunca muhatabına iletildiği- başka bir politika imkânı için bir fırsat doğar. Militanlığın -insanların bir araya gelip birbirini dinlediği ve başkalarınca dinlendiği, birbirini dinleme ve ötekinin sesine kulak verme temelinde ortak meselelere dair kararlar aldığı- forum demokrasisiyle çok yakın olmasının nedeni budur. Militanlık ve demokrasi, birbiriyle ziyadesiyle yakından ilişkilidir. Sonuç olarak militanlık meşrudur; çünkü demokrasi meşrudur.

 

 

MB: Son zamanlarda federal hükümetin tam da böylesi bir uzlaşmazlık sergilediği bir durum yaşıyoruz. İnsanlara kulak asmıyorlar, dile getirilen kaygıları umursamıyorlar. Tam da geniş ölçekli, ülkeyi baştan sona kat eden militan bir eylemin zamanı gelmedi mi? Eğer öyleyse militanlığın hangi biçimine başvurulmalı? Sivil itaatsizlik yeterli olacak mı?

 

SD: Çok haklısın. Harper rejimi, seçkin uzlaşmazlığı politikasına içten içe bağlı. Thatcher modelini benimsiyorlar: Refahı ve gücü yoksullarla dışlanmışlardan alıp zengin ve güçlülere naklettikleri her aşamada “başka bir alternatif yok” deyip duruyorlar. Bir bakıma onların tavrından öğrenebileceğimiz bir şey olabilir. Şüphesiz ki, “hayır”ı cevap olarak kabul edemeyiz. Hatta hasımlarımızı bozguna uğratmak konusunda kararlı olabiliriz de. Hiç şüphe yok ki bizim durumuzda bunu yapmak, demokrasinin gelişmesini ve adaletin tesis edilmesini sağlayacaktır. Bu anlamda yapacaklarımız daima Harper gibilerinin başarmaya çalıştıklarının tam karşısında yer alacaktır.

 

Militanlığın rolü burada çok önemlidir, ancak hata yapmamak zordur; çünkü bulunduğumuz noktadan, hareketlenmenin ve mücadelenin böylesine alt düzeyde olduğu bir noktadan başlayıp Harper’ı bozguna uğratmak için hiç duraksamadan militan bir kampanya başlatma önerisini sunduğumuzda bu öneri gerçek dışı gibi görünür, yapmacık kalır. İnsanlar, ilkece bunu kabul etse de güvenilir bulmaz; çünkü söylemenin yapmaktan kolay olduğunu bilirler.

 

Gelgelelim, kazanmayı planlamakla gerçekten kazanmak arasındaki ilişki, bir tür yumurta-tavuk ilişkisidir. Yenilginin kaçınılmaz olduğunu düşünüp teslim bayrağını çekmek, kerameti kendinden menkul bir kehanette bulunmaktan başka bir şey değildir; çünkü güçlü bir hareket inşa etmek için gereken çetin ve zorlu şeyleri hayata geçirmekte gönülsüz olduğumuzu gösterir. Oysaki daha en baştan kendimizi kazanmaya adamak, cesur ve zorlu taktikleri benimsememiz için bize ilham verecektir. Zafere giden temiz bir yol, başkalarını hareketimize katılmaya teşvik etmede ve enerjilerini, becerilerini, bağlılıklarını hareketimize sunmalarını sağlamada en az zafer kazanmak kadar önemlidir. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanın katılmayı düşündüğü bir hareketin kazanma şansı yoktur.

 

Akıntıyı tersine çevirebilecek, Harper’ı ve müttefiklerini geri adım atmaya zorlayabilecek türden bir militanlığa bugünlerde pek rastlanmıyor. Bu türden bir militanlık işçileri kamusal olarak örgütleyebilmeli ve özel sektörün kepenkleri indirmesini sağlayabilmeli. Sokaklarda geniş kapsamlı kesintiye uğratma ve başkaldırı kampanyaları yürütebilmeli. Dahası acımasız ve gerginliği arttırıcı; geniş bir katılım tabanına sahip olmalı. Burada vuku bulmuş en güçlü direniş modellerinden bazılarını örnek alıp onlardan bir şeyler öğrenebiliriz: Doğu sahilindeki Elsipogtog İlk Ulusu’nun Mi’qmak yerlilerinin topraklarının sömürülmesini engellemek için otoyolu kapatmalarını ve Quebecli öğrencilerin altı ay boyunca okulları boşaltıp sokakları doldurarak öğrenim ücretlerine yapılan zammı protesto etmelerini anımsayalım. Aynı yoğunluk ve kararlılıkla yürütülen bu mücadele biçimleri, yüz binlerce insan için “yeni normal” haline geldi.

 

Kolay değil; ama başarmak mümkün. Burada, Ontario'da, 1990’ların ortalarında Eylem Günleri boyunca çok geniş kapsamlı bir örgütlenmenin ilk adımları atıldı. On binlerce insan tek günlük bir genel grev için sokaklara döküldü; pek çok farklı şehirde çok ciddi sayıda protestocu izledi onları. Daha önce hayatında hiç sokak protestosuna katılmamış binlerce insan harekete katıldı; çünkü kitlesel protestonun kararlı bir hasmın geri çekilmesini sağlayan bir yol olduğuna kendi gözleriyle şahit oldular. Aynı zamanda Ontario Yoksulluk Karşıtı Koalisyonu gibi hareketler çok daha çatışmacı taktikleri sahaya soktu ve bunlar daha geniş kapsamlı bir hareket için iyi birer örnek teşkil etti. Gel gör ki, nihayetinde üst düzey sendika yöneticileri arasında gerginliği arttırma zorunluluğuna yönelik irade ortadan kalktı ve bu insanlar da mücadeleyi sona erdirebilme becerisine sahipti.

 

Bu yaşananlardan olumlu ve olumsuz dersler çıkarabiliriz; ancak ortada açık bir ders var: Yüz binlerce insan, Harper gibilerinin temsil ettiği türden bir politikaya karşı, grev yapıp sokaklarda yürümeye hazır hale gelebilir. Bunu aklımızda tutmamız çok önemli; çünkü işyerinde ve sokaklarda yaşanan bu türden bir hareketlenme, Harper’ı ve sürdürdüğü tek taraflı gündemi bozguna uğratmamızı sağlayabilecek tabandan örgütlenmiş bir karşı gücün inşa edilmesi için bir umut, üstelik de gerçek bir umut sunar.

 

-------------------------------------------------------------------------------------------

 


Comments


bottom of page