top of page
Writer's pictureSiyasal İktisat

Fikrî Mülkiyet, Bilgi Tekeli ve Rant Ekonomisi - Prabir Purkayastha (çev. Hakan Aslan)

Yirminci yüzyıl, teknolojinin geliştirilmesine büyük şirketlerin AR-GE laboratuvarlarında yoğunlaşılmışken, kamusal fonlarla desteklenen üniversitelerin ve teknik enstitülerin ortaya çıkışına tanık oldu. Yalnız mucit çağı (Edison, Siemens, Westinghouse, Graham Bell) on dokuzuncu yüzyıl ile sona erdi.[1] Yirminci yüzyıl ise daha ziyade şirketlerin önemli bilimcileri ve teknoloji uzmanlarını biraraya getirerek geleceğin teknolojilerini yaratmayı hedefledikleri endüstri temelli AR-GE laboratuvarları demekti. Sermaye bu aşamada üretimi genişletmeye devam ediyordu. Finans sermayesi üretken sermayeye göre halihazırda baskın durumda olsa da, önde gelen kapitalist ülkelerin sağlam üretim altyapıları vardı. Bu gelişim aşamasında, bilim bir kamu malı olarak görülüyordu ve gelişmesi için de büyük oranda üniversite sistemine veya kamu fonlarıyla desteklenen araştırma enstitülerine yoğunlaşılmıştı. Teknoloji geliştirme (technology development) ise büyük oranda özel bir girişim olarak görülüyordu. Bilimin yapması gereken yeni bilgi ortaya koymaktı ve bu bilgi de ürün yaratabilmek için teknoloji vasıtasıyla işlenecekti.[2] İnovasyonun rolü ise fikirleri ürünlere dönüştürmekti. Fikrî mülkiyet sistemi (patentler ve diğer haklar) ürünlerde somutlaşan kullanışlı fikirlere koruma sağlamak için ortaya çıktı. Başından beri patentlerin kamusal bir amacı da vardı – belirli bir dönem için devlet tarafından verilen tekel, icadın en nihayetinde kamusal hizmete sunulmasını sağlamak içindi: Sınırlı bir zaman için verilen tekel karşılığında icadın tümüyle kamusal hizmete sunulması quid pro quo (mütekabiliyet) ilkesini teşkil ediyordu.


Yüzyıllarca süren bu sistemin dönüşümü bilgi üretimindeki iki büyük değişim sonucunda gerçekleşti. İlki, neoliberal düzende, üniversitedeki bilgi üretim sisteminin kâr etme amaçlı ticari bir girişime dönüşmesiyle alakalı.[3] Diğeri ise bilim ve teknoloji arasındaki ayrımın büyük ölçüde belirsizleşmesi ve bu ikisinin hiç olmadığı kadar hemhâl olması. Örneğin genetik alanındaki ilerleme, hem patenti alınabilecek hem de pazarlanabilecek olan bir ürünle (ilaç, tanı aracı, tohum) neredeyse tabii denecek bir biçimde sonuçlanıyor. Benzer bir durum elektronik ve haberleşme alanında da geçerli. Bilimin pek çok disiplini ve de üniversitelerdeki araştırma faaliyetleri sonuç olarak üretim sistemlerine evrildiler. Üniversite sisteminin ticari amaçlar için bilgi üreten bir sisteme dönüşümü yirminci yüzyılın endüstriyel manzarasının tam anlamıyla bir parçası olan AR-GE laboratuvarlarının yıkımıyla el ele gerçekleşti. Finans sermayesi üniversite bilimini yalnızca AR-GE’lere yaptığı “yatırımlar” aracılığıyla değil, “bilgi”yi satın almasıyla da denetimi altında tutuyor. Finans sermayesinin tekeli üniversite araştırmalarının ürettiği patentleri satın alarak işliyor. Bu tekel, dolayısıyla, finans sermayesine sanayi sermayesi üzerinde tahakküm kurma imkânını veriyor.


Yirminci yüzyılın sonu finans sermayesi ve üretken sermaye arasındaki kopuşu gözler önüne serdi. Bugün küresel sermaye daha çok cisimsizleşmiş finans sermayesi (disembodied finance capital) olarak faaliyet gösteriyor: Bir yandan teknoloji üzerindeki denetimiyle üretimi denetlerken bir yandan da piyasaları denetliyor. Sermayenin spekülasyonla ve rantla gitgide daha çok büyüdüğü bu aşamada, bir de bilgi olarak sermayenin üretken veya fizikî sermayeden (tesis ve makineler) gözle görülür bir bölünmesi söz konusu. Foxconn/Hon Hai Precision Industries Apple ürünlerinin imalatını yapıyor ancak bunların satışlarından büyük bir pay talep edemiyor, zira fikrî birikim ve fikrî mülkiyet hakları Apple’da. Apple, kaba hesap, bir iPhone satışından elde edilen kârın %31’ini alırken, Foxconn %2’sinden azını alıyor.


Sermayenin, bilgi üzerindeki tekelini (patentler, telif hakları, endüstriyel tasarımlar vb.) kullanarak rant avcısına dönüşmesi, sermayenin bugünkü aşamasını niteliyor. Bununla birlikte, gelişmiş kapitalist ülkeler gittikçe rantçı oldular ve “hizmet” ekonomisi hâline geldiler. Bu ülkeler, esas itibariyle, küresel finansal yapıyı, üretim için gerekli olan yeni bilgileri ve de perakende ve küresel markalar aracılığıyla dağıtımı denetlemeleri sayesinde dünyayı tahakkümleri altında tutuyorlar.


Üniversiteler serrmaye tarafından ele geçirilmiş ve söylenegeldiği üzere Üniversite AŞ.’ye dönüştürülmüş olsa da, ürettikleri yeni bilgiler hâla kamu tarafından finanse ediliyor.[4] Bu durum gelişmiş kapitalist ülkelerde ve Hindistan gibi ülkelerde benzer şekilde işliyor. Bilimsel araştırmaların yörüngesini özel sermaye belirliyor ve ortaya çıkan herhangi bir başarılı sonuca el koyuyor. Bununla birlikte, bilimin bu dönüşümü özel olarak fonlanmasıyla da meydana gelmedi. Temel araştırmaların maliyeti yüksek ve araştırma çıktılarının yalnızca çok azı teknolojinin ilerlemesine dolaysız bir fayda sağlıyor. Bu noktada devlet devreye giriyor ve elektronikte olsun, genetikte olsun, patentler özel sermayeye peşkeş çekilirken, devlet maliyetleri devralıyor. Neoliberal sistemin alamet-i farikası da bu: Riskin toplumsallaştırılması, mükafatların özelleştirilmesi.


Bilimin açık ve işbirliğine dayalı bir faaliyet olarak yeniden düzenlenmesi gerektiği anlayışı müşterekler hareketini yarattı. Tuhaf bir kurnazlıkla, kapitalizm sınırlı müşterekleri (atmosfer ve göller, nehirler, okyanuslar gibi büyük su kaynakları) sınırsız olarak görüyor ve bu müştereklere atıklarını boşaltma hakkını talep ediyor. Gelgelelim hiçbir kayıp yaşamadan sonsuzca çoğaltılabilecek olan bilgiyi sonlu olarak görüyor ve tekelini almak için hak talebinde bulunuyor!


Toplum bugün yeni bir bilgi üretmek amacıyla farklı toplulukları ve kaynakları bir araya getirmeye daha önce hiç olmadığı kadar muktedir. Bunun adı toplumsal ve evrensel emek. Ancak kapitalizmde bu emeğin fikrî mülkiyet olarak temellük edilmesi halkın yararlanacağı yeni bilgiyi üretecek olan devasa kolektif gücün kurtuluşunun önüne set çekiyor.


-----------------------------------------------------------------------------------

[1] Televizyonun mucidi Philo T. Farnsworth son yalnız mucit olarak görülüyor. Farnsworth, David Sarnoff’un tekelci gücüne ve onun yayıncılık sektöründeki en güçlü şirketi olan RCA’ya karşı mücadele etti. Davud’un Golyat’a açtığı savaştı bu. Bkz. Evan I. Schwartz, The Last Lone Inventor: A Tale of Genius, Deceit and the Birth of Television.

[2] Bilim ve teknoloji arasındaki ilişkiyi daha detaylı bir şekilde şu yazımda ele almıştım: “Restoring Conceptual Independence to Technology”. Bkz. Knowledge as Commons:Towards Inclusive Science and Technology, 5.Kısım, 2. Bölüm.

[3] Öğrencileri müşteri olarak, eğitim ve araştırmaları da ürün olarak gören üniversite yönetimlerinin sayısı gitgide artıyor. Markalaşmadan ve pazarlamadan bahsediyorlar ve Washington’da lobi faaliyeti yürütmeye silah ihracatçılarından daha çok vakit ayırıyorlar.” bkz. Jennifer Washburn, University Inc.: The Corporate Corruption of Higher Education, Basic Books, 2005. 1980’de çıkan Bayh-Dole Yasası’ndan önce, kamu fonu yardımıyla elde edilmiş bir bilgi veya buluş herhangi bir bireyin veya şirketin kullanımına müsait olması için kamusal alanda kalmak zorundaydı. Üniversiteler patentlemeden çıkar sağlıyorlar (örneğin, ilaçların patentlenmesi); özel sektöre haklarını satarak tek seferlik büyük ödemeler veyahut dönemlik olarak patent payı alıyorlar ya da ikisini birden elde ediyorlar. “Bu rapora göre Ulusal Sağlık Enstitüsü fonları, 2010’dan 2016’ya kadar Gıda ve İlaç Dairesi’nin onay verdiği 210 yeni ilacın her biri için yapılan yayımlanmış araştırmaya katkıda bulundu.” Ekaterina Galkina Cleary, Jennifer M. Beierlein, Navleen Surjit Khanuja, Laura M. McNamee, Fred D. Ledley, ‘Contribution of NIH Funding to New Drug Approvals 2010–2016’ Proceedings of the National Academy of Sciences, Vol. 115, 10, pp. 2329–2334, 2018.

[4] Washburn, University Inc. ...


400 views0 comments

Comments


bottom of page