top of page
  • Writer's pictureSiyasal İktisat

"Oppenheimer"ın Oppenheimer’ının Gerçek Yüzü - Bora Erdağı

Christopher Nolan’ın Oppenheimer filmi (2023) gerçek bir kişiyi; Julius Robert Oppenheimer’ı (1904-1967) anlatıyor. Film Kai Bird ve Martin J.Sherwin tarafından yazılan Amerikalı Prometheus (2005) adıyla bilinen eserden uyarlanıyor. Senaryoda Nolan, Bird ve Sherwin birlikte çalışıyorlar. (Eser ile filmin senaryosu ne kadar uyuşumlu bilmiyoruz ama) Filmden anlaşıldığı kadarıyla Oppenheimer karakteri farklı düzeylerdeki temsillerin bir bütünlüğünü ifade ediyor. Bu bütünlük filmin tüm sahnelerinde bir laytmotif olarak çalışan Prometheus fikri ile sağlanıyor. Prometheus’a atfedilen tüm unsurlar; yarı-tanrılık, titanlık, kahramanlık, hainlik, kurtarıcılık, yalnızlık Oppenheimer için de söz konusu ediliyor. Böylece yönetmenin izleyiciden iki talebi var gibi: bu özel karakterlerin hem aralarındaki benzerliği görmelisin hem de kendinle karakterlerin varoluşunu yüzleştirmelisin. Fakat bu taleplerin ikisinin birden karşılanabilmesi kolay görünmüyor. Bu talebin ilkini karşılamak için Oppenheimer’ın temsillerini çözümlemek yeterli olabilir ama ikincisini karşılamak için bireysel varoluşlara odaklanmak gerekeceğinden işler sanıldığından da zor işleyebilir.


Oppenheimer’ın temsillerine odaklanmak derken kastımız, filmin anlatısında bir süreklilik şeklinde tekrarlanan jestler var. Zamansal kayışlarla çağrışımsal deneyimlere yer açan bu jestler, bir başka ifade ile farklı deneyimlerin eşzamanlılık içinde bir bütün oluşturmasını da sağlıyor. Bu da Oppenheimer karakterini her türlü tek boyutlu bir kahraman anlatısından kurtarıyor. Onu çoklu zamansallıklarla, kişiliklerle ya da deneyimlerle oluşan bir temsiller bütünü haline getiriyor. O halde söz konusu eşzamanlılıkların içine sıkış(tırıl)an deneyimlerin/temsil kümele(nmele)rinin çözümlenmesi ile filmi anlamaya çalışalım. Oppenheimer net olarak “bir bilim insanı”, “yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşayan genç bir Amerikalı Yahudi” ve “hain” kişi olarak sunuluyor. Sırasıyla bu kişileri tek tek açıklayalım.


Oppenheimer bir bilim insanını temsil ediyor. En azından amaçlanan o. Bu amacın en somut göstergelerinden birinin, film yayımlandığından beri çoğunlukla fizikçiler ve bilim insanlarının görüşlerine başvurulmuş olması sayılabilir. Belki Oppenheimer’ın bütün bilim insanlarını değil, ama “dâhilerin gittiği yoldan bilim yapacak bilim insanı” normunu temsil ettiği kabul edilebilir. Oppenheimer diğer/bütün dehalar gibi temel bilimler alanında ilerliyor. (Bilme merakının beslediği) tutkunun, (hayal gücünden neşet eden bir soruyu besleyecek) bilginin ve (yalnızlıktan ve dışlanmaktan korkmayan bir) cüretkarlığın hamurunda kendini yoğuruyor ve kuantum fiziğine dair önemli bir yol alıyor.


Oppenheimer Amerikalı bir genç Yahudiyi temsil ediyor. Yahudi bir ailenin çocuğu olarak iki paylaşım savaşına, büyük buhrana ve antisemitizmin felaketlerine tanıklık ettiğinde daha kırklı yaşlarına yeni gelen biri. Yani ömrünün ilk kırk yılını aşırılıklar çağının en aşırı yıkımlarının olduğu dönemde tamamlıyor. Bu yüzden Oppenheimer’ın kişiliği savaş karşıtlığı, barış, soykırım, anti-emperyalist sol ve entelektüalizm gibi kavramsal tartışmalar ile birlikte olgunlaşıyor. Politika böyle bir dönemde, insan ve Yahudi kalabilmenin haysiyetini belirlediği için de Oppenheimer, doğrudan kendini enternasyonalist bir sorumluluk içinde duranların yanında nefes alırken buluyor.


Oppenheimer bir haini temsil ediyor. Burada hatırdan çıkarılmaması gereken iki temel var. Biri etimolojik olarak hain kelimesinin anlamında, ikincisi Amerika’yı temsil eden Sam Amca’nın iktidarında gizleniyor. TDK’ye göre hain, bir sıfat ve Arapça kökenli kelime. Anlamı “hıyanet eden kimse; çıyan, mayası bozuk”. Hıyanet ise bir isim ve anlamı “kutsal sayılan şeylere el uzatma, kötülük etme veya karşı davranma; güveni kötüye kullanma” olarak gösteriliyor. O halde Oppenheimer Amerikan devleti tarafından hainlik ile soruşturulduğuna göre, “mayası bozuk biri” olarak “görevini kötüye kullanmış”, Amerikan devleti ruhuna sadakat besleyememiş biri oluyor. Peki nedir bu, Amerikan devletinin ruhu? ABD’nin tarihi, kuruluşu ve uygarlaşma sürecine katkısı neden sadakat talep etmektedir?


Öncelikle Amerika on yedinci yüzyıldan beri “yeni dünya”dır. Amerika ilk batılı sömürgecilerle tanıştığı andan itibaren sürekli istila edilmiş bir topraktır. Amerikan devletinin bağımsız bir devlet olarak kurulmasına değin ki, bu süre 200 yıl kadar aralıksız sürmüştür, bu istilacı kuvvetler söz konusu topraklarda güçler hiyerarşisine göre egemenliklerini geliştirmişlerdir. Amerikan devleti kurulduktan sonra da istilacı kuvvetler yerleşik kuvvetlere, güçler hiyerarşisi hukuki normlarla ayrıcalıklara dönüşerek liberal dünyanın ufkunu belirlemiştir. Neredeyse yirmi birinci yüzyıla değin farklılaşmış formlarda süren ilkel sermaye birikim rejimleri ile Amerika ırkçılığı, ayrımcılığı ve Amerikan Rüyası teranesini yeniden üretmeyi başarmış en önemli kapitalist devlettir, uluslararası hegemonya merkezidir/uğrağıdır. Bu durumda düz bir mantıkla Oppenheimer’ın “Sam Amca”nın pazarladığı Amerikan Rüyasına karşı hıyanet içinde olması, olumlu gibi görünüyorsa da film, bu çelişkiyi derinleştirmiyor, aksine Christopher Nolan de facto durumu anlaşılmaz bırakıyor.


Kısaca Oppenheimer’ın “bilim insanı”, “genç Yahudi”, “hain” temsillerinin bir bütünü olarak gösterildiğini tespit ettik. Şimdi de bu temsillere biraz daha yakından bakalım.


İlkin bilim insanı, hele de dahilik seviyesinde çabayı açığa çıkaran bir bilim insanı muhtemelen dünya ile ilişki kurarken Oppenheimer kadar kolayca uyumlu ilişkiler üretemez. Çünkü filmde komünist sevgili Jean Tatlock’un (1914-1944) komünist olmak konusunda dediği gibi, bilim de “seçim değil, ilke meselesidir”. Oppenheimer’ı heyecanlandıran “ilkesizliğidir” ki bu, daha sonra hem meslektaşları ile hem de sevdiği insanlarla arasında açılan uçurumu onaramamasının da asıl sebebidir. Oppenheimer’ın -filmde sunulduğunun aksine- bilim insanının veya dâhinin tutku, bilgi ve cüretini “taklit eden” veya metamorfoza uğratan müthiş bir mühendis olduğunu kabul etmek gerekir. Burada, şu da ifade edilmelidir; deneysel fizikçi tam olarak bir mühendisten öte biri değildir, bu yüzden fizikçi ifadesi yerine mühendis ifadesinin kullanılması yerindedir. Mühendisler bilimin değil teknolojinin üreticileridir. Bilimi tekniğin hizmetine sunan pozitivistlerdir. Oysa bilim kendini somutlamak için değil, evreni anlamak için çabalar ve modeller/paradigmalar kurar. Bilimin yolunda ilerlemek seçimler yaparak değil, gerçekliği anlaşılır kılan ilkeleri farklı ölçeklerde ve bağlamlarda yeniden ve yeniden üretmekle mümkün olur. Oppenheimer’ın bilim insanı olarak varoluşu işte bilimi tekniğin hizmetine sunmanın büyüsüne kaptırdığı anda başka bir görünüme kavuşur. O dönüşüm anında, artık bilimin yolunda ilerleyen bir insandan ziyade, kendisine gelen teklifin cazibesine kapılmış ve somut olanın kazanımlarıyla ilgilenen pragmatist bir mühendis duruşu gerçekleşmeye başlamıştır. Bu dönüşüm birçok açıdan gözden kaçırılmamalıdır.


Prometheus da dönüşüm geçirir; tanrılar arasında bir tanrı olabilecek titan/yarı-tanrı iken, insanın varoluşunu yüceltmeyi seçerek bir düşüş yaşar ve cezalandırılır. Bu düşüş Prometheus’a duyulan saygıyı eksiltmez ve onun keşkelerini çoğaltmaz. Tam da bu gerekçeyle, Prometheus ile Oppenheimer benzerliği karşıtlık üretir. Bir başka açıdan mühendislerin/Oppenheimer’ın yirmi birinci yüzyılın büyük girişimcilerine ve orta sınıfın en yerleşik grubuna dahil olmaları şaşırtıcı değildir.


Oppenheimer’ın filmde gösterilen kişi olmaması ya da o kişiliğin metamorfoza uğraması o halde ne anlama gelmektedir? Neden Cristopher Nolan izleyiciye bu metamorfozu organik bir bütünlük varmış gibi sunmaktadır? Muhtemelen, Nolan demektedir ki “ancak bir bilim insanı gibi düşünürseniz Oppenheimer’ı anlayabilirsiniz. Çünkü bilim insanı nahiftir, kandırılabilir ama o bunları umursamaz, asıl derdi zihnindekileri gerçeklikle sınamaktır. Bu yüzden onu bilimin dokunulmaz alanına çektim”. Fakat Nolan’ın bu çabası nafiledir. Çünkü Oppenheimer tarihsel bir figürdür ve tanıklıklar tek bir anlatı ile derdest edilemeyecek kadar güçlüdür. Örneğin Manhattan Projesi (1941-45) söz konusu olduğunda, gizlilik kararlarının boyutları, maksadın basitçe ABD’nin Nazi Almanyası’na ve Sovyetler’e karşı nükleer silahlanmada geri kalmasını engellemek olmadığını, aksine nükleer silahların yaratabileceği tehdidin dünyayı her anlamda hizaya sokmada başat rol alacağı öngörüsüdür. Bu öngörü hem kamuoyu oluşmasını hem de bilim insanlarının tartışmasını engeller, ayrıca da Amerikan ruhunun üstünlüğünü yaratmak için herkesi göreve çağırır. Görev doğal olarak bilinmesi ve uyulması zorunlu hukuki bir güçtür. Bu görev yaratıldıktan sonra geriye sadece ya sadakat ya da hainlik kalır. 1955’ten itibaren sadece Oppenheimer değil, hemen hemen çoğu deneysel fizikçi/mühendis, Einstein gibi konudan uzaktan yakından haberi olanlar da dahil, yapılanın yanlışlığını kabullenmeye başlamışlardır. Bu görev sonuçta hem sanıldığının çok ötesinde bir güç asimetrisi yaratmış hem de dünya savaşlarını durdurmak bir yana, daha korkunç silahlanmaya yol açmıştır. Oppenheimer’ın Manhattan Projesi ekibinden Edward Teller (1908-2003) fisyon yerine füzyon hakkında düşünmenin daha kışkırtıcı olduğunu ifade eder ve hakikaten Amerikan devleti bunun peşine düşer. Çünkü Amerika keşfedildiği günden beri arzunun, sınırsızlığın, yok ediciliğin ve her şeyi kendine mal etmenin ufku olmuş bir yerdir. Amerikan devletinin liberal ufku da bu şekilde belirlenmiştir. Oppenheimer somutun cazibesine kapıldığı günden beri Nolan’ın göstermeye çalıştığı gibi Prometheus’tan çok Epimetheus’a benzeyen bir karakterdir.


Nolan ikizleri karıştırmış olmalıdır. Prometheus öngörülüdür, Epimetheus songörülüdür. Şöyle ki Zeus insanlığa ateşi armağan ederek onu karanlıktan kurtaran Prometheus’u cezalandırır ama insanlardan öcünü henüz alamamıştır. Bunun için Prometheus’un ikizi Epimetheus’u kullanmaya karar verir. Ona güzeller güzeli Pandora’yı yollar. Pandora’nın güzelliğine vurulan Epimetheus, onunla evlenir. Zeus Pandora’yı yollarken ona bir kutu hediye etmiştir, evlendikten sonra onu açmasını ister. Pandora kutuyu açar ve böylece Zeus’un isteğini yerine getirdiğini zanneder. Oysa hikâye farklıdır. Zeus’un başka bir planına hizmet etmiştir. Kutunun açılmasıyla insanın başına bela olacak kötülüklerin yeryüzüne yayılması sağlanmıştır. Epimetheus, Pandora’nın cazibesine kapılmış, “yaptığını düşünen” ve “ben ne yaptım” diyen biridir. Bu sözler olayların başka yüzleri ortaya çıktığında, keşkelere sığınan birinin ifadeleridir. Açıkçası Oppenheimer Nolan’ın göstermeye çalıştığı gibi bilim insanı Prometheus değil, mühendis Epimetheus olsa gerektir.


Bu noktada Oppenheimer’ın genç bir Amerikalı Yahudi olmak ile hain olmak kimliklerini nasıl bir arada kusursuzca taşıdığını yeniden düşünmek de gereklidir. Dünyanın genel olarak yirminci yüzyılın ilk yarısındaki belli başlı felaketlerini daha önce sıraladık. ABD’nin bu gelişmelere yanıtı her daim “sonucundan emin olduğun bir kavgaya daha büyük bir kazanç uğruna gir” şeklinde bir mottodan beslenir. Örneğin her iki paylaşım savaşına da son anda girmiş, bunlardan elini yükselterek ve uluslararası hegemonyasını konsolide ederek çıkar. Avrupa’nın en önemli güçlerinden Almanya her iki savaşta da kaybedendir. İlk savaşta kadim imparatorluklar yerle yeksan olmuş ve Avrupa devletleri dizayn edilmiştir. İkincisinde Yahudiler başta olmak üzere komünistler, çingeneler, Ruslar ve Avrupa halkları ölmüş ve uluslararası güç birlikleri oluşmuştur. ABD her iki savaşın kendisi için asıl tehlikesini Kızıl Tehlike (1919-1920 ile 1947-1957) olarak belirlemiştir. Sovyet Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, ortaklaşacılık, sömürü ve savaş karşıtlığından korkan ABD, önceleri binlerce komünisti hapse atmış ve sonra, on yıllar boyunca anti-komünizm propagandası yapmıştır. Benzer bir durumu özellikle de McChartycilik denilen bir sürek avının gerçekleştiği savaş sonrası dönemde canlandırmış ve Soğuk Savaş döneminde de iyice radikalleştirmiştir. Dolayısıyla yirminci yüzyılın ilk yarısı neredeyse tamamen Amerika’nın kitleleri manipüle ettiği sahte bir eşitlik ve özgürlük havası içinde yaşanmıştır. Amerikalılara egoist bir bireyselciliğin, pragmatizmin, savaş kültürünün gerekliliği sonuna kadar aşılanmıştır. ABD’nin dış düşmanı Sovyetler Birliği, iç düşmanları sistemin değerleri ile tartışan tüm muhalifler olarak netleştirilmiştir. Muhalif düşüncelere, enternasyonal değerlere, entelektüalizme, toplumculuğa sırt çeviren ABD, doğal olarak yaşama ve dünyaya karşı duyarlılık taşıyan insanlarla çatışmıştır. Faşizmden bile tehlikeli bulunduğu için komünizmi lanetleyen, Hitler ile Stalin’i özdeş figürler olarak görmekten çekinmeyen, hatta Sovyetler’i daha tehlikeli bulan yaklaşım Oppenheimer gibi figürleri radarına almıştır. Bu radar o kadar korkunçtur ki suçlu üretmekten çekinmez. Demokrasi adına hukukun üstünlüğü ilkesine göre hareket ettiğini iddia eden bu ülke, sırf Sam Amca’nın rüyasına inanamadıkları veya öyle düşünemedikleri için insanları geçerli kanıtları bulmadan ajanlık ve hainlik ile suçlar. Böylece toplumun geniş bir kesimi korkmayı temel bir erdem ve oto-sansür olarak üretmeyi geçerli bir değer olarak yaşamaya başlar. Oppenheimer yalnızca Amerika’da kalmamış, Avrupa’yı görmüş, orada entelektüellerle buluşmuş, ufku dünyaya açık ve manipülatif korkularla ilişkisi zayıflamış biri olarak, sistemin radarına doğal olarak girmiştir. Kısaca olağan şüphelidir.


Ayrıca şunu da unutmamak gerekir, Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’nin üyelerinin çoğunluğu, yirminci yüzyılda dünyada etkili bilim, sanat ve felsefe insanlarının büyük bir kısmı Yahudi kökenlidir. Yahudiler tarihlerindeki en güçlü entelektüel insanlara bu yüzyılda sahip olmuşlardır. Bunda elbette orta ve üst sınıf Yahudi ailelerin kültürlenme ve çocuklarına sundukları özgürlük alanlarının çokluğu, kendilerini her daim bir diaspora olarak görmelerinin getirdiği güçlü varoluş tarzlarını benimsemeleri, kimliklerini taşınabilir soyut temellerle yeniden örgütlemeleri etkili olmuştur. Aslında bu veriler ışığında Oppenheimer’ın uğradığı gadre şaşmamak gerekir. Nitekim “Kızıl Tehlike” algısı Amerika’da binlerce gencin ve komünistin hayatını mahvetmiş ya da sonlandırmıştır. O dönemden Türkiye için de tanıdık isimler Yahudi genç bir çift Rosenberglerdir [Ethel Greenglass Rosenberg (1915-1953), Julius Rosenberg (1918-1953)]. Bağnaz Amerikancıların ve komünizm düşmanları dışında hiç kimsenin ikna olmadığı delillerle suçlanmışlar, Sokrates gibi ölüm cezasından kurtulmaları için çeşitli taktiklerle suçlamaları haysiyetsizce kabul etmeye zorlanmışlardır. Rosenbergler tüm tehditlere ve çeldirici tekliflere karşı suçlamaları kabul etmeyerek yirminci yüzyılın aydınlık yüzleri olarak tarihe adlarını yazdırmışlardır.


Sonuç olarak Oppenheimer filminin temel sorunu Oppenheimer karakterine ilişkin farklı düzeylerde yüzeysel bir okumayı ve bazı yer değiştirmeleri teknolojik yeniliklerle yenilir yutulur hale getirmesinde yatmaktadır. Oppenheimer ne Prometheus’tur ne Rosenberg ne de sistemin basit bir aracı. O hem Epimetheus gibi öngörüsüz hem de çelişkilerini gizleyecek kadar sakindir. Nolan’ın amacı açıkça Oppenheimer karakterinin ardına gizlenen yeni bir tarihyazımı gibi görünmektedir. Bu konuda da başarılı olmuş sayılabilir. Filmin anlatısında eşzamanlılık içeren çağrışımsal deneyimlerin neden üst üste bindirildiği; üstün efekt, ses, görüntü teknikleri ile büyülü atmosferin neden yaratıldığı; bütün çelişkilerin, karakterlerin ve Amerika’nın zorunlu kaderinin bir parçası gibi neden kurgulandığı; hiçbir eleştirel yaklaşımı göz önüne almadan neden sadece Oppenheimer’ın anlatısına odaklanıldığı ve bütün bunlarla birlikte, izleyiciye “Başka nasıl olabilirdi ki? Amaç savaşı durdurmaktı, başarılı da olundu.” imajının neden aktarıldığı böylece daha da netleşmiş oluyor.

291 views2 comments
bottom of page