Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılına girerken iktidar tarafından “yeni Türkiye” olarak ilan edildi. Yeni Türkiye iddiasını anlamlı kılan çaba, ruhunu yerlilik ve millilik ile donatan “Türk tipi Başkanlık sistemi”nden aldı. Böylece iktidar sahipleri Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi tarihselliği içinde bir kırılıma uğratmış oldu. Bu durum fiili olarak ancien régime’nin ilanını ve ona karşıt olarak “mecburen” yeni bir rejim/form oluşumunu da imkânlı kıldı ya da tam tersi oldu. İktidarın gücü bir an olsun sarsılamadığı için bu imkânlar meşruiyet krizine yol açmadan olağanlaştı. Kısacası devletteki süreklilik hem korunmuş hem de korunmamış oldu. Fakat tam da neyin korunup neyin korunmadığı sorusu tartışmalı halde kaldı. Bu tartışmaların belki gelecek ilk çeyrek yüzyılda siyasal olarak değilse de kamu hukuku çalışmaları açısından gerekçelendirilmiş bir şekilde tarihselleştirileceğini ummak gerek. Bir başka açıdan yeni Türkiye’nin eski-yeni karşıtlığının enkaz, yenilenme, restorasyon, inşa ve kabiliyetler bakımından muhasebesi yapılmadıkça çemberin bir yuvarlak olarak tamamlanması şaşırtıcı olmayacaktır.
İktidar gücünün meşruiyet krizine girmeden kurguladığı yeni rejime dair tüm dönüşümler, bir şekliyle kısa süren tartışmalarla kamusal alanda görünüp kayboldular. İktidar gücünün belirlediği bu tartışmalar, yapısal dönüşümlerden ziyade söylemlerin serencamına kapılan duygusal tepkiler ile sönümlendi. Yeni Türkiye söylemine bağlı kalınarak yapılan tartışmalarda “yeni anayasa”, “vesayet rejimi”, “hantal devlet bürokrasisi”, “meclisin işlevleri”, “devletin şirketleşmesi”, “kurucu iktidar” gibi kavramlar karabatakların görünümünden beslenmekteydi. Bu karabatağı andıran başlıklar kendi başına bir paradigma üretemedi çünkü konular sınırlı ölçüde derinleştirilebildi ve gündeme geldiklerinde sadece “yeni Türkiye” söylemine eklemlenerek sürdürülebilir kaldılar. Yani iktidar gücü hem yaptığı adlandırmayı hem de tartışma sınırını belirlemeyi başardı. “Türk tipi Başkanlık sistemi”ni kendi alamet-i farikası olarak ilan etti. Rejim değişimine ilişkin geçişi böylece nispeten sancısız atlattı.
Tartışmaların derinleşmemesi Türkiye tipi aydın kişiliğin, entelijensiyanın ve akademikliğin zamanın ruhuna uyma yeteneğini ve gücün gündeminin parçası olmayı kader zannetme alışkanlığını en halis özellik olarak onaylanmasından kaynaklanıyor olabilir. Elbette, elbette, sadece Türkiye’de yok bu yeterlilik… ’80 sonrasına ait “bilgi çağı” tantanasından beri geçer akçe olma özelliği beynelminelleşmiş bir durum. Fakat kişi işi kendinden bilirse, başını kaşımak için fazla vakit kaybetmez.
Tolga Şirin tam da “yeni Türkiye” tartışmalarının dışına çıkmaya cesaret eden birkaç değerli düşün insanından biri. Meclis Hükûmeti[1] çalışmasında güncel dönem eski-yeni rejim tartışmalarının dışına çıkıyor ve başka bağlamda eski-yeni gerilimine uluslararası kamu hukuku bağlamında karşılaştırmalı bir bakış sergiliyor. Gerçekte güncel olarak pek hatırlanmayan ve görünmeyen ama kıymetli bir tarihsel imkânı ve deneyimi görünür kılmaya çalışıyor. “Meclis Hükûmeti” denilen bu rejim deneyimini karabatakçılığın hızından uzaklaştırarak felsefi, tarihsel ve politik görünümleri ile ortaya koyuyor. Bir başka ifadeyle, kurucu bir iktidar gücünün inşa ettiği modern devlet paradigmasının sadece liberal kamu hukukuyla sınırlandırılamayacağını belirliyor ama orada da kalmıyor, meşruiyet krizi yaşamadan kendini dayatan “Türk tipi Başkanlık sistemi”ni düşüncenin tekinsizliği içinde yeniden düşünmeye davet ediyor.
Şirin, Meclis Hükûmeti kitabını iki ana bölüme ayırıyor. İlki hukuki tanımlamaları ve uygulamaları, ikincisi tarihsel tartışmaları ve örneklemeleri içeriyor. Yani kitap hem kamu hukuku ve siyaset felsefesi hem de devrim tarihi okurları için tartışma alanı açıyor. İlk bölümde erk, siyasal rejim, meclis hükümeti, erkler ayrılığı, erkler birliği fikirlerinin modern devlet kuramındaki tanımına ulaşılmaya çalışılıyor. Bu çaba farklı anayasa ve ülke deneyimleri ile birlikte somutlanıyor. Kısaca ilk bölüm meclis hükümeti tartışmasını sorunsuz sürdürebilmek adına tümel-tikel bağlamını oluşturmaya çalışıyor. İkinci bölümde ise, meclis hükümeti fikrinin kuramcısı olmak bakımından J.J. Rousseau ve K.H. Marx, bu ikili ile belirli bir düzeyde benzerlik içinde M.K. Atatürk ele alınıyor. Söz konusu üç figüre eşlik eden devrimler ve devrimlerin anayasal nitelikleri özgünlükleriyle belirlenmeye çalışılıyor. Şirin bu iki bölümü aslında hem “yeni Türkiye”, “Erdoğan Atatürkleşti” gibi tartışmaları anlaşılır kılmak hem de derinleştirerek “başka türlü bir şey mümkün” fikrinin izini de göstermeyi deniyor.
Şirin meclis hükümeti tanımına Türkiye’de ve dünyada bu tarihsel olguyu tanımlamaya çalışan çok sayıda düşünüre başvurarak şu şekilde netleştiriyor:
Meclis hükûmeti; halk egemenliği ilkesi uyarınca tüm siyasi iktidarın, halk tarafından seçilip süreklilik esasıyla çalışan ve kural koyma yetkisini münhasıran elinde bulunduran bir mecliste toplandığı; yürütme işlevinin, her an bir yasama organının atama, azletme ve emretme yetkilerine tabi olup yasama karşısında elinde bir yetki bulunmayan bir heyetçe yerine getirildiği, en azından kâğıt üzerinde devlet başkanı veya başbakan bulunmayan ve genellikle geçiş dönemlerinde ortaya çıkan siyasal rejimdir (s.20-1).
Şirin’in tanıma göre meclis hükûmeti “erkler ayrılığı” fikrini reddediyor ve böylece “temsili ve/veya biçimsel demokrasi” adı altında uygulana gelen modern devlet kavrayışlarını da reddetmiş oluyor. Çünkü meclis hükûmeti “doğrudan demokrasi” kavrayışını benimsiyor. Meclis hükûmetinde aslolan yürütme ve idare olmuyor, aksine yürütmenin ve idarenin neden gerekli olduğunu ortaya koyan toplumsal çatışmalara odaklanıyor. Yine bizzat erkin kendisi olan halk, çözümün de kendisi olmak için yabancılaşmamış bir kamusallık üretiyor, meclis hükûmeti halkı çözümün parçası olmaya bir başka ifade ile zorluyor. Meclis hükûmeti, yarı ya da tam profesyonellerin, siyasetçilerin, teknokratların, bürokratların, askerlerin, ilahiyatçıların veya her türlü temsilci ve atanmışların değil, doğrudan halkın meclisidir.
Şirin şunun farkında (hâkim modern devlet veya) liberal kamu hukuku mottoları monarkın gücünün nasıl sınırlandırılması gerekliliğine olan inanç ile ortaya çıkıyor. Fakat şu da kesin, kadim monarklar (tiran, despot ve diktatörler) erkler ayrılığı ile sadece sınırlandırılmıyorlar aynı zamanda evrensel sınıf olan burjuvazi (ve özel mülkiyeti) lehine de geri çekilmeye zorlanıyorlar. Böylece ancien régime’in kahraman hâkim sınıfları ya da temsilcileri kendilerini hızla ya yok oluş ya da burjuvalaştırabildikleri ölçüde, başka sınıfsal karakterlere bürünmüş olarak var oluş içinde buluyorlar. O halde “erkler ayrılığı”, “hukuk devleti”, “hukuki eşitlik”, “tarafsız bir güç olarak devlet/hukuk”, “hukuk ideolojisi”, “hukuki fetişizm”, “hukuki pozitivizm” gibi kavramlar liberal kamu hukukunun temel mottoları olabilirler ama kendi başlarına değil ancak tarihsel ve sınıfsal varoluşlarına göre düşünüldüğünde anlaşılır hale gelebilirler. Bu yüzden de meclis hükûmeti liberal kamu hukuku kavramları ile ölçülemez. Baştan aşağı devrimci bir başlangıç için de uygun olan budur.
Şirin’in iddiasına göre Jakobenlerin 1793, Komünarların 1871, Bolşeviklerin 1918 anayasaları, yukarıda tanımlandığı üzere birer meclis hükûmeti anayasasını oluşturuyor. Kamu hukuku açısından bu meclisler toplumsal sorunların çözümüne odaklanırken yetki ve kararın doğrudan halkta kalmasına izin veren ve temel olarak, devletleşmeyi/tekelleşmeyi/sabitliği/hiyerarşiyi değil de devletsizleşmeyi/adem-i merkeziyetçiliği/dinamizmi/eşitliği arıyorlar. Aradıkları bir başka şey bir form olarak devletin birleştirici yapay/birikmiş gücünden ziyade, bir dayanak olan hayatın kendiliğinden/dağıtıcı gücüne yakınlaşmak. Elbette Jakobenler ve cumhuriyetleri, Komünarlar ve komünleri, Bolşevikler ve Sovyetleri meclis hükûmeti yaratmış olmakla birlikte, tarihsel olarak da yenilgiye uğruyorlar. Şirin bu yenilgilerin muhasebesini kamu hukuku açısından kitapta cevabını veriyor. Bu yenilgilerin farklılıkları bir kenara, ortaklıkları; devrimin sınıfsal gücünün zayıflığı/zayıflaması ve bir dünya devrimi olarak yayılamaması olarak belirliyor.
Buraya kadar her şey belirli ölçüde kitabi olarak kılıfına uygun görünebilir. Şirin, demir leblebiyi sona bırakıyor. Atatürk ve Türk devriminin 1921 anayasasına odaklanarak, pro-Kemalist dönemin hem felsefi hem tarihsel hem de siyasal rejim bakımından ne türden bir meclis hükûmeti olduğunu belirlemeye çalışıyor. Atatürk’ü Marx’tan çok Rousseau’ya, Lenin’den çok Robespierre’e, Bolşevik Devrimi’nden çok Fransız Devrimi’ne göreli yakınlığı içinde değerlendirmeye çalışıyor:
Şu hâlde Atatürk için erkler birliği ve meclis hükûmeti savunusu, o gün için meşrutiyetin antitezi olduğu için kesinlikle önemlidir. Ama bu, bir defa devrimci atılım yapıldığında karşı devrimci girişimlere karşı yürütmenin bağlamsal olarak güçlenmesi olasılığını dışlamıyordu. Bu bir gerçektir fakat bu gerçeğin, öznel bir arzunun ürünü olduğu tartışmalıdır. Yürütme dışsal faktörlerin getirdiği zorunluluklarla güçlendirilmiştir… Dolayısıyla otokratik bir yönetim baş göstermiştir. Fakat bu otokratlık, kişisel ikbal, yozlaşmışlık veya yolsuzluk temelli Bonapartist özelliklerle değil, bir nevi özgürlüğün diktatörlüğünü getirmeye yönelen, halka rağmen halk için düsturuyla yeni bir devlet ve yeni bir toplum tasarımına yönelen devrimci temelli Jakoben özellikle taşımıştır. Bu eğilim, çok sayıda eleştirilecek yönüne rağmen başarıya ulaşmış ve Türkiye’de belli bir dönüşümü beraberinde getirmiştir (s. 145-6).
Şirin’in değerlendirmesinde iki önemli nokta var. Birincisi 1921 anayasası ve rejimi diğer meclis hükûmetleri ile benzerliklerinden hareketle, meclis hükûmetinin Türk devrimindeki varlığını sabitlemek. İkincisi diğer meclis hükûmetleri gibi onun da yenilgisine rağmen toplumu dönüştürücü gücünü tespit etmek.
O halde yazının başına dönerek soruyu güncellemek yararlı olabilir: Türkiye’de bir “yeni Türkiye”den ve/veya “Atatürkleşen bir Erdoğan”dan söz edilebilir mi? Bu sorunun cevabı siyasal olarak kolayca indirgemeciliklerle ifade edilebilir ama Şirin’in açtığı pencereden bakıldığında zor gibi görünüyor. Her şeyden önce Erdoğan “temsili demokrasiyi/parlamentarizmi” fiili tek adam yönetimine indirgeyerek ve anayasasızlaşmanın yolunu (beton dökerek kalıcı şekilde açarak Atatürk’e karşıt bir yolu tutturmuş görünüyor. Atatürk halifelik ve padişahlık içeren bir imparatorluk rejiminin -ki bu, Osmanlı’nın son yüzyılında mutlak monarşiden anayasal monarşiye dönüştürülmüş de göreli bir tek adam sistemidir- sonunu ilan ederek tümüyle meclis hükûmetinden parlamentarizme doğru kayan sınırlı iktidar gücü kabulüne dayalı rejimi benimsemişti.
Şirin’in dediği gibi Türk devrimin siyasal rejimi ve Atatürk “çok tartışmalı da olsa”, ortaya koyduğu tercih tarihsel olgu olarak reddedilemez. Oysa Erdoğan kadim çağlardan beri kendini gösteren rejimlerden; tiranlık (antik Yunan aristokrasisindeki tek adam yönetimi), despotluk (daha çok doğu/barbar toplumlara ait sınıfsal karakteri belirsiz tek adam yönetimi) ve diktatörlük (daha çok bir anayasayı olağanüstü koşulları bahane ederek askıya alarak ilan edilen askeri/sivil darbe içeren tek adam yönetimi) arasında, özellikle diktatörlüğe fiili olarak yakınlaştıran bir tutum benimsiyor. O halde şu denilebilir; evet, “yeni Türkiye” ile karşı karşıya olabiliriz ama “Atatürkleşen bir Erdoğan” ile karşı karşıya değiliz. Aksine Atatürk’ün kurtulmak istediği bir Erdoğanizm ile karşı karşıyayız. Fakat yine de asıl sorun, başkanlık sistemine karşıt olarak parlamentarizmi düşünmekten de öteye, modern devlet paradigması için başka türlü bir siyasal rejimi gündeme almaya dahi neden bu kadar uzak olduğumuz.
Şirin’in Meclis Hükûmeti hem ele aldığı çerçeve hem de gerekçeleri ile sunduğu tartışması açıkçası hukuk, siyaset, felsefe ve tarih okurları için oldukça rahat takip edilebilecek bir kitap izlenimi veriyor. Şirin’in haftalık gazete yazıları ve güncel konu değerlendirmeleri yazması, kitabının dilinin ve üslubunun da o yazılarındaki sadeliğe sahip olması, yazarın geniş kitlelerle temas etmesini kolaylaştırıyor. Teknik boyutları yoğun olmayan bu kitap, çağdaş düşün insanlarının değerlendirmesi ve “yeni Türkiye” tartışmamalarının terk edilmesi için bir başlangıç olarak düşünülebilir.
--------------------------------------------------------------------------
[1] Tolga Şirin, Meclis Hükûmeti: Rousseau’dan Marx’a, Lenin’den Atatürk’e Bir Ortak Kesen, İstanbul: On İki Levha, 2020. Şirin hükümet olarak kullanageldiğimiz kavramı, tarihsel ve metinsel bağlamıyla birlikte hükûmet şeklinde kullandığı için, bu yazıda da benzer bir tutum benimsenmiştir.
Comments