top of page
  • Writer's pictureSiyasal İktisat

Faşist Devletin Sınıfsal Karakteri ve İşçi Sınıfının Durumu - Kansu Yıldırım

Antonio Gramsci, “işçi sınıfını hareketsiz kılmak için onu parçalayıp dağıtmayı kendisine görev bellemiş silahlı tepki” olarak faşizmi tanımladığında, iki noktaya dikkat çekiyordu: Birincisi, egemen sınıfların stratejilerine uyumluluğu, ikincisi kapitalizmin işçi sınıfına karşı verdiği mücadeleye uygunluğu. Bu açıdan düzeni, özel mülkiyeti ve devleti savunmaya ilişkin geliştirilen faşist metot, geleneksel siyasal uzlaşma biçimlerini askıya alarak, toplumsal kurumlar arasındaki dengeyi (siyasal üstyapıyı) egemen sınıf fraksiyonlarının lehine sarsmayı amaçlamaktadır.

Georgi Dimitrov ise, 1935 yılında Komintern’e sunduğu raporda “faşizmin iktidara gelmesinin” “bir burjuva hükümetin diğerini takip ettiği sıradan bir intikal” olmadığına, “burjuvazinin sınıfsal tahakkümüne ait bir devlet biçiminin –burjuva demokrasisinin– başka bir biçim”le yani –“açık terörist diktatörlükle”– yer değiştirdiğine dikkat çekmiştir.

Gramsci’nin vurgusu ile Dimitrov’un raporunun kesişiminde, dönemsel toplumsal psikozdan, otoriteryen kişilik örüntüsünden veya tekil sınıfsal reflekslerinden farklı olarak faşizmin bir devlet biçimi olduğu yer alır. Hakim liberal söylem, her ne kadar faşizmi, polisiye tedbirlerin ve istihbarat faaliyetlerinin artmasından dolayı “kötücül” görse de, bunlar sadece devleti zihinlerinde tasarladığı “demokratik” düzlemden sıyıran ve “ceberutlaştıran” faktörlerdir. Bu yoruma göre faşizm, anayasayı askıya alan, temel insan haklarını yok sayan, parlamenter burjuva demokrasisinin asgari özelliklerini buharlaştıran bir siyasal rejim tipinden ibarettir.

Ne var ki, faşizmin ayırt edici özelliği kurulan sınıfsal ittifaklar ve iktidar bloğunda olgunlaşan sınıf çıkarlarının niteliğidir. Toplumun farklı sınıflarına farklı mekanizmalarla hücum eden faşist ideolojinin somutluğu, faşizmin yaslandığı sermaye kompozisyonundan ve özgün devlet biçiminden kaynaklıdır. Anayasal hakları ortadan kaldırırken de, grevleri yasaklarken de, etnik-politik şiddet uygularken de, faşizmin ontolojik temelleri daha derindedir — Nicos Poulantzas’tan hareketle kısaca özetlersek:

a) Egemen sınıf fraksiyonları arası çelişkilerin derinleşmesi siyasi ve ideolojik alanlarda kendisini gösterir.

b) Bu derinleşme, ideolojik yeniden üretim alanındaki bunalıma ve parti yoluyla temsil bunalımına devrolunur. Bu bağlamda iktidar bloğundaki hegemonya krizi derinleşir.

c) Burjuva sınıfı arasındaki önderlik bunalımını sonlandırmak amacıyla devlet iktidarının desteği ile bir sınıf fraksiyonunun hegemonyası inşa edilir.

d) Siyasi kriz ve iktidar bloğundaki kriz, siyasi partilerin temsil düzeninde de krize yol açar. Siyasi kriz ve siyasi partiler arasındaki kriz, parti ve kitle arasındaki ideolojik krizle devam eder. Örgütlenme biçimleri ve gerekçeleri değişmeye başlar.

e) Siyasetin “mekânsal” konumu değişir: Parlamento gibi kurumlardan devlet aygıtlarının içerisine taşınır. Çoğu kez dolaysız olan bu durumda devlet kurumlarında klikler ve temsiller olarak siyaset yeniden biçim kazanır.

f) Ekonomik ve siyasi alanda kazanılmış haklara saldırıdan daha fazlasını içeren bu süreçte büyük burjuvazinin hücuma geçmesi ile iktidar bloğundaki siyasi ve ideolojik krizin derinleşmesi eşzamanlıdır.

Faşist devletin ve faşist ideolojinin temelinde, hegemonya krizini önleyerek, egemen sınıflar arası katastrofik dengeye son vererek sınıf iktidarını her tür yoldan korumak dürtüsü bulunmaktadır. Bütün polisiye tedbirler, bütün jurnalcilik faaliyeti, yasaklar, askerileşmiş birikime yönelik politikalar söz konusu sınıf egemenliğinin siyasal sürekliliğini garantiye almaya dönüktür. Faşist ideolojinin ve faşist devletin emek-karşıtı sınıfsal içeriğini iki ana düzlemde incelemek mümkündür. Bu düzlemlerden ilki, faşizmin anti-kapitalist demagojisi yani söylemsel boyutudur. İkinci düzlemde ise, işçi sınıfının çalışma ve örgütlenme koşullarına yönelik hukuki ve idari baskılar ile zorlamalar yer alır.



Anti-Kapitalist Demagoji

Faşizmin kriz koşullarında cazibe merkezi haline gelmesinin nedenlerinden birisi ve en önemlisi, kitlelerin en acil ihtiyaç ve taleplerine demagojik bir şekilde seslenmeyi başarabilmesidir. Dimitrov, faşizmin kitlelerde yerleşik önyargıları kışkırttığından, onların duygularıyla, adalet anlayışlarıyla, hatta bazen devrimci gelenekleriyle oynadığından bahseder: Alman faşistlerinin, Alman toplumundaki sınıfsal eşitsizliklere karşı sentetik bir büyük burjuva düşmanlığı vaaz etmeleri, yaşayan sosyalizmin karşısında kendilerini “nasyonal sosyalist” olarak adlandırmaları ve iktidara gelişlerini “devrim” olarak nitelendirmeleri örneklerinde olduğu üzere.

Anti-kapitalist demagoji faşizmin iktidara gelişini ivmelendirir ve yoluna çıkabilecek pürüzlerin temizlenmesine hizmet eder. Alman faşizminin “Versailles Antlaşması’na hayır!” sloganı ya da İtalya’da faşist sendika lideri Rossini’nin “sınıflar arasındaki mücadele pek çok yönüyle devam edebilir” şeklindeki demagojisi işçi sınıfının ölçüsüzce sömürülmesini amaçlar. Faşizm, iktidara gelirken ve iktidara yerleştikten sonra sadece tahakkümü değil, belirli bir ölçekte kitlelerin rızasını da hedef alır.

Yüksek enflasyon, işsizlik, geçim sıkıntısı, savaş iklimi, siyasal çalkantılar karşısında moralsizleşen, geleceğe dair umutlarını yitiren emekçi kitlelerin “korsan burjuvaziye”, bankalara, tröstlere ve finans devlerine duyduğu nefret, faşizmin anti-kapitalist demagojisinde ustalıkla öğütülür ve yeni gibi görünen bir talepler dizisi ortaya çıkar. Burjuva-demokrat hükümetlerin yolsuzluklara dayalı yozlaşmış sistemine karşı faşist parti, yeni bir iktidar perspektifiyle ortaya çıkmış gibi yapar; yerleşik hükümetlere sert eleştiriler getirir ve parlamento çatısındaki partilerle arasına mesafe koyarak kendisini “düzenle uzlaşmaz” bir halde takdim eder.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Almanya’daki Barmat ve Sklarek rüşvet ve yolsuzluk skandallarıdır. Barmat ortaklığı, üst düzey siyasetçilere rüşvet vermiş, karşılığında milyonlarca mark kredi çekmiştir, Sklarek’e ise teslim edilmeyen üniformalar için milyonlarca mark rüşvet dağıtılmıştır. Naziler, 1929-30 yıllarında bu yolsuzluklar için açılan davaları propaganda malzemesi yapmış, davalardan hareketle Weimar Cumhuriyeti’ni “Yahudilerin” ve “karaborsacıların cumhuriyeti” olarak nitelendirebilmiştir. Bir başka açıdan anti-kapitalist demagojiyi sürdürürken Naziler, 1920 yılında yayınladıkları 25 maddenin 17’incisinde toprağı yeniden dağıtma sözü verdiler. Ne var ki, iktidara geldiklerinde toprağı mega projelere tahsis ettiler: Mussolini’nin autostrade projesi veya Hitler’in Autobahnen projesi ile hem istihdam yaratılması, hem siyasetin simgeselleştirilmesi, hem de ticari ve askeri anlamda lojistik ve sevkiyatın hızlandırılması amaçlanmıştı.

Ülkelerin ve halkların özgünlüklerini gözeterek demagojisini bu özgünlükle uyumlu hale getirebilmesi/dönüştürebilmesi faşizmin dikkat çekici bir diğer özelliğidir. Faşist partiler, nostaljik tarihsel figürlerden ve olaylardan “umut” üretirken işçi sınıfı karşıtlığını mistifiye etmek için de tarihsel mitoslara başvururlar. Örneğin Hitler için “Üçüncü Reich”, ya da Mussolini için “İkinci Risorgimento”, “yarım kalmış davayı” tamamlamak anlamında etkili birer propaganda aracı olmuşlardır. Mussolini’nin Roma, Pilsudski’nin Varşova Yürüyüşü örneklerinde olduğu gibi faşizmin eylemlerine “devrimci” özellikler atfedilir ve “tüm ulus adına”, “ulusun kurtuluşu için” demagojisiyle irredantizm boyutu makyajlanmıştır.

Anti-kapitalist demagojinin etki alanı genişledikçe faşist partilerin enformasyon ve mikro iktidar kanalları da büyür; işçi sınıfını içerinden ve dışarıdan kuşatacak aygıtlara erişimleri kolaylaşır. Demagojiye sıklıkla faşizm iktidara gelirken ve iktidarının ilk anlarında başvurulur. Bunu Poulantzas’ın faşist partinin egemen kitle partisi niteliğini kazandığı, uluslararası ve ulusal büyük sermaye çevrelerince desteklendiği “birinci evre” ve iktidar bloku içerisinde temsil bulan büyük sermaye ile diğer sınıf fraksiyonlarının faşist partiye rıza gösterdiği “üçüncü evre” ile birlikte düşünebiliriz. Faşist parti yerleşikleşmeye başladığı andan itibaren faşist iktidarların emek karşıtı sınıfsal karakterleri tüm çıplaklığıyla açığa çıkar.



İşçi Sınıfına Karşı Faşizm

Daniel Guérin İtalya’da ve Almanya’da faşist devletin işçi sınıfına ve sınıf sendikacılığına karşı siyasi ve idari uygulamalarını çarpıcı şekilde ortaya koymuştur. Faşist iktidarlar döneminde önceki burjuva-kapitalist hükümetlerin başvurduğu emek karşıtı strateji ve uygulamaların ağırlaşarak devam ettiği görülmüştür. Faşist devlet, sınıfa saldırısını ya işçi sınıfı örgütlülüğünü doğrudan tasfiye ederek ya da sınıf örgütlerini iktidara eklemleyerek dönüştürmek suretiyle gerçekleştirir.

“(…)Bu faşist sendikacılık nasıl doğdu? Doğum yılı: 1921. Doğum Yeri: Po Vadisi. Şartlar: Devrimci kalelerin fethi ve yerle bir edilmesi.”

Bu sözleriyle Mussolini faşist sendikaların da rolünü tarif etmiştir. Faşist sendikalar emek örgütü olmaktan ziyade birer siyasal disiplin aygıtıdır ve korporasyonlar adını almışlardır. “Kızıl Birliklerin” ve tarım emekçilerinin kurduğu kooperatiflerin örgütlülüğünü parçalayarak ilerleyen faşizm, İtalya’da, büyük toprak sahiplerinin kurduğu faşist sendikalar eşliğinde iktidar alanını tahkim etmeyi amaçlamıştır.

Faşizm, İtalya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından işçi sendikalarına topyekun saldırmış ve Roma yürüyüşü sonrasında yerel “fasci” üye listelerini ele geçirerek bağımsız işçi sendikaları üzerinde baskı kurmuştur. Faşist sendikaların nasıl birer siyasal disiplin aygıtı olduğunun en önemli kanıtı, işçinin işe başvururken “faşist sendika kartı”nı göstermesi zorunluluğudur. Patronlar ve iş bulma kurumları faşist sendikanın kartını taşıyanları işe kabul ederken sanayiciler de üyelik aidatını ücretlerden peşin peşin keserek işçileri faşist sendikalara katılmaya mecbur bırakmaktaydı. İlk olarak 1923 yılının Aralık ayında imzalanan “Chigi Sarayı” anlaşması ile birlikte faşist sendikalar patronlar tarafından yetkili kılındı.

Ardından 1925 yılının Ekim ayında imzalanan “Vidoni Sarayı” anlaşması ile faşist sendikalar çalışma yaşamında sendikal tekel haline getirildi ve yalnızca faşist sendikalara toplu sözleşme bağıtlama hakkı tanındı. Bu dönemde grev hakkı da kaldırıldı ve “fabrika üretim komiteleri” dağıtıldı. Faşist sendikaların birer siyasal disiplin aygıtı olma özellikleri öne çıktıkça faşist sendikacıların hareket alanı da daraltıldı; işyeri temsilcileri yerine hükümet komiserleri atanmaya başladı, kısacası sendikaların faşist devletin idare organlarına evrilmesi anlamına gelen korporatist dönüşümü adım adım gerçekleştirilmiş oldu.

Almanya’da faşist devletin disiplin aygıtı işlevini İtalya’dakinin bir benzeri olan “Emek Cephesi” yüklenmiştir. Polisle yakın işbirliği içinde çalışan Emek Cephesi’nin asli rolü, işçi sınıfının direnişini etkisizleştirmek, işçi sınıfını mümkünse felç etmekti. Himmler, Emek Cephesi merkezini ziyaret ettiğinde açıkça şu sözleri söyledi: “SS ve polis, ancak insanlar Nasyonal Sosyalizm fikrine ikna edilirse iç güvenliği sağlayabilirler ve Emek Cephesi’nin görevi de tam olarak budur.” Emek Cephesi’nin resmî izni olamadan ekonomik ve sosyal sorunlara ve işçi-işveren ilişkilerine karışmak imkansızdı. Ancak zamanla kısmi bir otonom kazanmaya başlayan Emek Cephesi, Leipzeig Kongresi’nde (1935) sanayi kapitalistlerinin isteği doğrultusunda işverenlerin denetimine açıldı.

İşçi sınıfı üzerinde tam anlamıyla denetim kurabilmek adına işsizler de siyasal disiplin aygıtının hegemonya alanına çekildiler. Faşist sendika üyelik kartı bulunmayanlar iş bulma kurumlarından yardım alamıyordu. İtalya’da grev hakkı, devlete karşı, hatta demagojik biçimde “toplumsal kolektiviteye karşı işlenen suç” kategorisinde değerlendirildi; grev çağrısı yapanlar için bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngörüldü. Bilhassa da, savaş sanayisi ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgisi bulunan fabrikalarda çalışanlar için kışla kuralları getirildi -örneğin beş günden fazla fabrikaya gelmeyenler kaçak olarak değerlendirildi- ve disiplin hükümlerini ihlal edenler için de hapis cezası verilmesi kararlaştırıldı. Almanya’da ise, “çalışanlar arasında provokasyon” yapanlar ve “toplumsal barışı bozanlar” “Haysiyet Divanları”nın önüne çıkartılarak “toplumsal haysiyeti ihlalden” yargılandı; grev girişimleri, “topluluğa karşı suç” biçiminde değerlendirildi.

İşçi sınıfı üzerindeki tahakkümü arttırmak adına patronlar ve devlet görevlileri tarafından işçilere ait notların alındığı fişleme kartları (“iş kartları”) hazırlandı. Bu kartlara işçilerle ilgili ulusal güvenlik, çalışma performansı ve disiplin notları alındı. 1934 yılında çıkartılan bir kararnameye göre 11-32 yaşları arasındaki her vatandaşın faaliyetini kayıt altına alan, işe başvurmada zorunlu tutulan yeni bir kart uygulamasına geçildi. Almanya’da da 1935 yılında çıkan bir yasa ile benzer nitelikte bir kart uygulaması getirildi ve işçi işten ayrılırken hakkındaki değerlendirme yine İtalya’dakine benzer şekilde bu kartlara not edildi.

İşçi-patron ilişkisini yeniden düzenleyen faşist hukuk alanı, disiplini ve denetimi yoğunlaştıran önemli bir alan oldu. Faşist devlet, emek-sermaye çatışmasını kapitalist sınıfların lehine çevirmek amacıyla kendi “arabuluculuğunu” zorunlu hale getirdi. Emek Mahkemeleri’nde hukuk önünde eşitlik ve tarafsızlık mizanseni faşist devletin arabuluculuk mekanizmasındaki müzakerelerinde sürdürülebildiği kadar sürdürüldü. Demagoji gereksinimi ortadan kalktığı zaman Mussolini, Sanayi Konfederasyonu başkanına hitaben “Bay Benni’ye söz veriyorum ki, ben iktidar olduğum sürece işverenlerin Emek Mahkemesi’nden korkmaları için hiçbir sebebi olmayacaktır” demiştir. Öte yandan Mahkeme kararlarına uymayı reddeden işçiler için ise bir yıla kadar hapis ve 5 bin lirete kadar para cezası getirilmiştir.

Alman faşizminde de zorunlu “arabuluculuk” uygulamasına başvuruldu. Olası ihtilaflar Emek Cephesi “fabrika topluluğu”nun, yerel “emek komitesi”nin, bölge “emek komisyonunun” önüne geldikten sonra, devletin resmi temsilcileri olan “emek amirleri” tarafından “uzmanlar konseyinin” yardımıyla “arabuluculuk” sistemine taşınıyordu. Bu mizansene itiraz eden kim varsa “devlet düşmanı” olarak değerlendirildi ve cezalandırıldı.

İtalya ve Almanya’daki faşist iktidarlar işçi sınıfının ücretlerini düşürmüş ve çalışma koşullarını ağırlaştırmıştır, öyle ki İtalya’da patronun belirlediği ücretleri kabul etmemek “devlet düşmanlığı” olarak kabul ediliyordu. Almanya’da “iç düzenlemede” belirtilen ücreti kabul etmemek “toplumsal haysiyet ihlali” olarak değerlendiriliyor ve haysiyet mahkemeleri önüne çıkarılanlar ağır cezalara çarptırılıyordu. Büyük sanayi kapitalistleri, a) eski sözleşmelerle belirlenen ücretlerin kaldırılması ve yerlerine işverenin belirlediği ücretin getirilmesi, b) ücretlerin farklılaştırılması, c) ücretlerin, direnişle karşılaşılmaksızın düşürülmesi gibi pek çok talebini faşist devlet aracılığıyla gerçekleştirdi.

Faşist devletin güvencesi altında işçilere dayatılan “toplu sözleşmeler” ise aslında ulusal sözleşmeler değildi çünkü kalan maddeler ulusal ölçekte uygulansa dahi ücretlerle ilgili maddeler patronların kararına bırakılmıştı. Faşist sözleşmelerde ücretler bölgeden bölgeye, işletmeden işletmeye değişmekteydi. Öte yandan faşist sözleşmelerde olası ücret düzenlemelerinin ucu açık bırakılmıştır; yasaya göre “eğer koşul koyma anındaki durumda fark edilebilir bir değişiklik varsa, belirlenmiş dönem sona ermeden önce yeni çalışma koşulları oluşturmak için harekete geçilebilir.” denmekteydi.



Sonuç


Sermaye birikimini, III. Reich veya II. Risorgimento gibi tarihsel mitoslara referansla, irredantizm ve lebensraum düşüncesiyle motifleyen faşizmin merkezinde mutlak burjuva tiranlığı bulunmaktadır. Gramsci’nin de belirttiği üzere faşizm, burjuva gericiliğinin özgül bir biçimidir; onun için de finans-kapitalin artan egemenliği ile karakterize olur. Bu tiranlığın gerek siyasal reaksiyonerliğinin gerekse anti-demokratik/baskıcı özelliğinin karakterini sınıfsal dayanakları belirler. Faşizmde, hem devlet kademelerindeki bürokratlar hem de siyasi parti kademelerindeki yöneticiler, faşist devletin niteliği uyarınca “kişilikleşmiş sermaye” olarak, büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden birer figürlerdir. Liberallerin diline pelesenk olmuş faşizmin “kötücüllüğünü” de “şeytanlığını” da büyük burjuvazinin sınıfsal çıkarları ve iştahı oluşturur. Bu nedenle Dimitrov Yoldaş haklıdır: “Faşizm, tekelci burjuva egemenliğinin en gerici, en terörist, en kanlı biçimidir.”

789 views0 comments
bottom of page